4 Şubat 2012 Cumartesi

The Vampire Diaries vs. The Secret Circle

My sweet Cassie, you find this means I’m gone, and for that I am so sorry. I didn’t want you to have this life, but destiny’s not easy to run from. I hoped that keeping this secret would keep you safe, but all I’ve done is left you unprotected. You have incredible power inside you. People will come for it. They will come for you.
Cassie’den sonrasını okumayıp direk buraya atlayabilirsiniz. Başlamadan önce The Secret Circle’ın 10 saniyelik, ilkokul müsameresinden kaydedilmiş izlenimi uyandıran theme müziğini dinlemeniz önerilir, buyrun.
Stephenie Meyer sağolsun, 2 yıl kadar önce ortalık vampirli romandan diziden geçilmiyordu, doğal seçilim sonucu bugüne kadar ayakta kalabilenleriyse True Blood (rezalet ötesi bir kitaptan uyarlama olup da bu kadar başarılı olmaları gerçekten takdir edilesi) ve Vampire Diaries oldu. Vampire Diaries’in romanlarının yazarının diğer kitap serisi de The Secret Circle idi. Okumadım tabii ki ancak ikisini kapıştırsak ve iddaa’da kupon yapacak olsam tüm paramı bu seriye basarım.


Neyse, birkaç ay önce cnbc-e’de TBBT’nin başlamasını beklerken gözüme tanıtımı çarptı, lan bizim The Secret Circle’ın da dizisini yapmışlar. Neyse çok güzel bi kız vardı tanıtımda, sarışın, iddaa oranı boylu, renkli gözlü, bir an bi büyülendim, zaten en fazla 20 yaşındadır boyu da benden kısa farkı kapatır evlenirim ben bunla diye bi hayallere daldım 1-2 saniyeliğine, ama sonra “bu kasabada cadıların borusu öter” lafını duyunca hayallerim yıkıldı.


Böyle kızları neden böyle filmlerde dizilerde oynatırlar lan? Kristen Stewart örneği karşımızda, küçükken wonderkid deniyordu, Twilight serisinde oynadı oyunculuğu unuttu resmen. Ağız hep açık, hep aynı surat ifadesi, ağızdan kerpetenle laf alınması (madem konuşmayacaksın niye açık tutuyorsun?) falan. İnşallah Dakota Fanning’in başına aynısı gelmez, çok daha küçük bir yaşta böyle bir filmde oynama talihsizliğiyle karşı karşıya kaldı.


Diziye dönüyorum. Bu diziye şans verecek olmak bile Supernatural’a ana avrat küfretmekti. Ama neyse, o kızın hatrına bir şans verilecekti. Aslında sonradan gördüm ki hiç fena bir dizi değilmiş türevlerine göre, Shelley Hennig de çok güzel bir kız (Louisiana’lıdır kendisi, bir önceki posta onun da mı resmini eklesek napsak), ismi Feritsu falan olan bir kız olmuş olsaydım feysbukta Thomas Dekker, Chris Zylka capsleri paylaşabilirdim hatta belki de, ama her şeye rağmen hâlâ sadece Brittany Robertson için izliyorum.


İlk bölüm itibariyle az çok beklediğim manzarayla karşı karşıya kaldım. Kasabaya yeni gelen asosyal sorunlu kız, hemen ona sulanan bir oğlan, “sen cadısın” demek ve “hadi lan ordan” tepkisi. Şu senaristlerde veya yazarlarda da hep bu ibretlik mantık hatası vardır zaten, lan günde 3 porsiyon Sihirli Annem izleyen çocuğa sen cadısın büyücüsün içine ecinni girmiş desen inandıramazsın. “We’ll show you something very interesting” diyerek akabinde büyüyü yapmak bence daha mantıklı, ayrıca en mantıklısı bence herkesin her şeyi bildiği bir ortamda başlatmak diziyi. Neyse sallayın, Cassie sonrasında çok özel bi güç olduğunu, iyiyle kötünün arasındaki mücadelede kilit rol falan olduğunu öğreniyor, gerçekten baya orijinal bi konu yani (!)
Spoiler olmasın, izleyecek olanınız varsa gitsin izlesin diye konuya çok fazla dalmak istemiyorum, ilk bölümün %90'ını yumurtladım şimdiye kadar kusura bakmayın. Artık oyuncuları, karakterleri, efektleri, buna benzer şeyleri yorumlayacağım mümkün olduğunca.


Konu olarak şu aşamada sınıfta kalmış bir dizi, devamlılık yok en başta. İlk bölümlerde çokça “kontrolsüz güç güç değildir” vurgulanıyordu, sonra bi demon muhabbeti çıktı, sonra da avcılar geldi. Kurgu mükemmel ama, o kurgu üzerine derinlemesine karakter analizlerine girişilebilir, hatta bir Harry Potter olamasa da (olan da çıkmaz zaten artık, her şeyiyle bambaşka bir seriydi o) devasa bir büyü evreni ile efsane diziler arasına girilmesi sağlanabilir. He tabii bu karakterlerle nasıl derinlemesine analiz yapacan o da ayrı muamma, şöyle bi özetlerini geçecek olursam:


Cassie: Esas kız bu. İlk bölümlerdeki asosyal, “ben sizden değilim” tavırları sonraki bölümlerde tamamen yok oluyor. Zeki, güçlü kız görüntüsü de eş zamanlı olarak bir ergene dönüşüyor, gerçek yüzü ifşa oluyor. Bu iyi-kötü çatışmalarında kilit rol böyle iPhone, Livea Nipstick (nipstick ne lan tövbe) kızlarına niye verilir anlamam. Brittany olmasa daha devam ederdim de neyse.


Adam: Bu da esas oğlan gibi görünüyor, lakin kası yok adonisi olduğunu da sanmam hiç yakışıyor mu böyle bi diziye? (!) Neyse lan şaka bir yana, loser bir tip. Aşkın bir yerden sonra alışkanlığa dönüşmesinin tipik örneklerinden. Sevgilisini elinde tutmaya çalışıp her boşlukta Cassie’nin ağzının içine bakan bir gavat ayrıca, ısınamadım pek.


Diana: 2. en sevdiğim karakter, güzellik olarak 2 kişilik olarak da 1 gibi görünüyor. İlk bölümlerde zamanla evrilerek kötü ve şerefsiz birine dönüşmesini bekliyordum, fakat görünen o ki öyle olmayacak. Cassie’nin panpası. “Çember 6 kişi, mühürleyek de güçlenek, kralına değil alayına” fikrini çıkartan kişi. Dizinin bize sunmuş olduğu 2. ve son güzellik.


Faye: Kötü, kaşar görünmesine ve çok fazla güce tapar görüntü çizmesine rağmen bence düzgün. Bu yönünü sıklıkla açığa çıkarıyor.


Melissa: Tek fonksiyonu sevişmek olsun diye konulmuş ilk bölümlerde, sonrasında da çok ön plana çıkmıyor. Sığ karakterlerden. He onun da alıcısı oluyor tabii.


Nick: Playboy karakterinin altında yatan temiz aile çocuğu var ve açığa da çıkarılıyor aslında, altında yatmıyor hep. Tipli de bi çocuktu.


Jake: Nick’in abisi, uçlarda bi eleman. En ilginç karakterlerden kesinlikle, Cassie’nin olası manitası. Pis işlere de bulaşmış, iyi mi kötü mü çözülemeyen.


Diğerleri: Freak-show’dan fırlamış yetişkinlerden oluşuyorlar. Az gözükmelerine rağmen hikâyeyi şekillendirmede kilit rol oynuyorlar.


Genel özet bu işte.




Şimdi gelelim bu karakterlere hayat verenlere: Britt Robertson’da biraz Kristen Stewart sendromu görüyorum, şöyle ki ağız sebepsiz açık kalıyor bazen, umursuyor muyum hayır, ama objektif yaklaşırsam bence iyi bişey değil bu.


Thomas Dekker eh işte, rolüne ısınamasam da kötü oynamıyor, he tabi harikalar da yaratmıyor.


Shelley Hennig çok iyi, umarım çizgisini bozmaz. Phoebe Tonkin tam rolünün adamı, tipine bakınca Faye gibi bir kız aklıma gelirdi kesinlikle.


Jessica Parker Kennedy, 1.57’lik boyuyla ve silik, yan karakter statüsünde bir kızı oynaması sebebiyle çok gözükmüyor, gözüktüğünde de anlamsız bir soğukluk var. Louis Hunter çok kısa durdu, bi yorumum yok.


Chris Zylka, bu adam da “Justin Bieber’ın 10 yıl sonraki tipi nasıl olur?” sorusuna cevap. Küçük bir yorum da Adam Harrington’a. Kendisini L.A. Noire’dan tanıyorum, Roy’u seslendirmişti o oyunda. Kendisine ve karakterine büyük sempati duydum, umarım devam bölümlerinde görme şansı yakalarız…




Tabii bu kadar uçuk büyücünün cadının olduğu dizide efektler önemli. Efektler bir Sihirli Annem değil, hatta baya baya kaliteli efektler ateş olsun su olsun. Ama bariz biçimde eksikler şu an, ergen dizisi olduğunu bilse de bir ekşın aramadan edemiyor insan, kan görsek uçma iksir başka bir yaşam formuna dönüşme görsek fena mı olur kuzum? Bir kristal gösterdiniz birkaç da kitap, bu mudur lan? Ben büyücü olsam elime bir kristalle bir kitap verilse gider en yakın cadı avcısına başvurup ötenazi hakkımı kullanırdım. Büyü yapış şekilleri de çok komik, “yağdı yağmur çaktı şimşek” diyecekler utanmasalar yağmur yağdırırken. Gelişime en fazla ihtiyaç duyan yön. Varolan efektler çok iyi. Olmayanlarsa sayıca çok.


Özet: Gelecek vadeden wonderkid bir dizi, doğru hamlelerle çok daha sağlam bir iş çıkarılabilir diye düşünüyorum. Olmazsa da… Brittany ve Shelley, kaçın kurtarın kendinizi. Thomas sen de aslında daha iyi olabilirsin panpa, onlarla kaç.


The Vampire Diaries dedin de hiç bişey göremedik diyenlere: Valla o amaçla başladım da izlemiyorum ki ben onu. Sadece Elena Mystic Falls'ın ortalık malı onu biliyorum. Başka bir blog yazarı da yok ki, farklı alanlarda farklı bakış açılarıyla yazsın, zengin bir içerik oluşsun…

2 Şubat 2012 Perşembe

Galatasaray ve Transfer

Türk takımları yıllardır transfer özürlüsüdür, buraya küçük yaşta gelip de Manchester United’a, Bayern’e falan giden adam yoktur (%99 böyle olur, Ribéry’yi saymadım Galatasaray’a bi faydası olmadı). Buraya gelip istikrarlı bir 3-4 sezon geçirip akabinde para kazandırarak giden yabancı futbolcu da yoktur (%95 böyle olur). Altyapı deseniz zaten kısır, en iyi altyapı denilen Galatasaray’ınkinden çıkanlar da Aydın Yılmaz, Cafercan Aksu falan işte. Yetenek konusunda sıkıntı pek yok da sorun mental. Öyle olmasa genç milli takımlarda 98 kez oynamış Cafercan bugün Boluspor’da 0 kez maça çıkmış biri durumunda olmazdı, Aydın Yılmaz beklenen patlamayı Galatasaray’ın elinde yapmazdı, Emre Belözoğlu da bu kadar liseli davranmazdı, neyse. Konu altyapı değil şimdi.

Türk takımlarının transfer politikalarını mantıklı bulan çok az kişi vardır sanırım. Ligde kalma mücadelesi verenler 20-25 adam toplar takımın dengelerini taramalıyla tarar adeta. Zirvedekiler zaten Football Manager oynuyor gibidirler, alakalı alakasız pek çok transfer yaparlar ve futbolcudan verim alınamadığı gibi yok tazminatını öde, yok kulüp bulama kontenjanı işgal ettir, yok ona küçük sürprizler yap derken baya bi sorunla karşılaşılır %90. Ama son yıllarda ben daha bi başka saçma buluyorum bu transfer politikalarını. Özellikle Galatasaray…

2010 yılında sezon sonu sinyaller verilmeye başlanmıştı, Haziran ayında Serdar Özkan, Ali Turan, Mehmet Batdal falan alınıp sonra 2 ay aval aval bakılmıştı. Dünya Kupası’nda hatırı sayılır piyasa oluşturan Elano’yu satma fırsatı kaçırılmış, çok küçük bir kâr için Keita satılmıştı, gerçi ahlâk olarak Galatasaray’a uygun değildi o da var (!). Son güne kadar beklenip Misimovic ve Insua son gün getirilebilmişti, sonrasında bu transferlerin kaderini biliyor herkes zaten.

2011’e gelindiğindeyse devre arası Beşiktaş’ın Portekiz çetesi kurmasına biraz benzer bir şey yapılmış (aslında 2003-2004 gibi izlenen politikanın yeniden izlenmesi de diyebiliriz), Romanya’da ne kadar biraz sivri adam varsa takıma doldurulmuştu. Stancu az çok takımda oynayabilecek kapasitedeydi, gol de attı ama asla yeterince iyi olmadı. Culio iyi niyetliydi, mücadele etti, ama o da kabiliyet eksikliğinden kaybetti. Zapata’yı ise hiç konuşmadan özetleyeyim:

Türkiye’den gelenlere gelecek olursak, birkaç ay önce Galatasaray’ımıza yakışmayan hareketler yaptı diye Keita’yı göndermişken kelepçe muhabbetini liseli ağızlara pelesenk eden Kâzım en ön plana çıkanıydı. Yekta büyük umutlarla alındı, gelişme gösterebilecek, rotasyona her türlü katkıda bulunabilecek bir futbolcu olarak düşünüldü, geçen sezon transfer olup da hâlâ takımda kalabilenlerdendir, şanssızlıklar yaşamasaydı her şey daha farklı olabilirdi onun için. Sadece şu bile onun ihtiyacımız olan tipte futbolculardan olduğunu gösterir, bu takımın başına ne geldiyse ruhsuzluktan, boşvermişlikten gelmemiş miydi?

Neyse en nihayetinde o iğrenç sezon da bitti, şimdi yeni yönetim, yeni transfer umutları vardı ufukta. Tam da böyle bir ortamda, 16 Haziran günü aniden gündeme gelen “Forlan, Reyes, Ujfalusi Galatasaray’da!!!11!” haberleri ile lan acaba dedirtti insana. Bunların üçü de daha geçen sene UEFA Avrupa Ligi’nde şampiyon olmuş kadrodandı, tecrübesi ve yeteneği üst düzey isimlerdi. Ujfalusi geldi,  yıllık bilmem kaç euro + Gillette Mach 3 Sensitive + yol yemek sgk falan gibi maddeler var sözleşmesinde işte. Reyes geliyor gelecek dendi o kulübünde kaldı, Forlan ise aşk üçgeninin tepe noktasında kalmış bir genç kız gibiydi. Atlético Madrid’de mutluyum kalıyorum dedi önce, sonra Falcao falan gelince çark etti birden, oluyor mu dedik, lan acaba mı dedik, bak oluyor işte dedik, son gün nasıl oldu bilmiyorum Inter’le sözleşme imzalamış kendisi sonra. İnşallah kariyerindeki ödüllere altın bidonu da ekler.

Ve o yaz Galatasaray şöyle ilginç bir şeye de başladı; önce büyük futbolcu ismini ortaya attı, sonra noluyo olm dedirtecek transferler yapıldı. Önce Muslera ismi ortaya atılıp Lauro Junior Batista Cruz adlı bir kaleciyle anlaşıldı dendi, transfere tepki amaçlı açılan http://www.wedontwantyoulauro.com/ hâlâ aktiftir. Neyse ki hatadan çabuk dönüldü de son yıllarda kaledeki sıkıntıya nihayet ilaç olan bir kaleci kazandık.

Forlan-Reyes-Ujfalusi üçlüsünün de sonradan Ujfalusi-Riera-Sercan üçlüsüne dönüştüğünü gördük, bir Lauro tepkisi görmedi ama Forlan-Reyes beklerken Riera-Sercan bulmak biraz hayal kırıklığı oluşturmuştur. Nitekim Sercan bugün hâlâ “lan Manchester United nasıl istemiş olm bunu” dedirtiyor. Tamam koşuyor falan filan da, madem koşacak adam lazım Forrest Gump’ı transfer edeydik. Sadece koşmakla olmuyor bu işler.

Riera da vatanına ihanet etmek istemedi, Türkiye’ye gelen her İspanyol’un yaptığını yapıyor, o yönden takdir bile edilmeli diye düşünüyorum. Neyse ciddi yorumlayacak olursam: 2012’ye girince bi haller oldu kendisine, takıma nihayet biraz uyum sağlamış görünüyor, lakin eski Riera değil kesinliikle ve bence şu saatten sonra da biraz zor o iş. He olsa bile ülke insanına yaranacağını sanmam çünkü istatistik adamı değil sistem adamıdır.

Sezon başı transferinde bu 2 gereksiz sayılabilecek transfer dışındaki herkes çok iyi. Elmander golcü değil denmesine rağmen 8 tane yazmış durumda, Eboué’nin yokluğunda takım kazanamamalara başladı yine, Muslera yıllardır aranan kan, Felipe Melo zaten efsane olma yolunda ilerliyor, futboluyla olsun karakteriyle olsun, bonservisi alınırsa yıllar sonra bile ismi iyi hatırlanan futbolcularımızdan olacak. Zaten 7 Aralık 2011’de de ne kadar Galatasaraylı olduğunu tescillemişti kendisi.

Neyse, bu transfer döneminde yeni bi uygulamaya başladı Galatasaray: Maç yaptığın takımdan 1 oyuncuyu bağla. Amrabat’tan bahsetmiyorum, Amrabat muhabbeti Kayseri maçından sonra olmuştu. Yiğit Gökoğlan, Necati Ateş… Bunlar işte. Bu transfer döneminde takıma katılan topçular olurlar kendileri, biri Manisa maçından diğeri Antalya maçından hemen önce takıma katılmışlardır. Bu ikisi hakkında çok fazla yorum yapmak istemiyorum daha yeni geldiler. Yiğit daha 2-3 maç oynamasına rağmen yeni Aydın Yılmaz yakıştırması yapılmış kendisine, olm bi durun sakin olun, bu takıma genç diye veya ucuz diye kimlerin gelip geçtiğini bir hatırlayın isterseniz. Bir Aydın’dan iyidir ve Kâzım’dan da iyi olacaktır diye düşünüyorum.

Necati’ye gelince, o da bence Sercan’dan kötü olamaz. Hocayı takımı tanıması açısından iyidir bile diyebilirdim, ben bu adam kadar underrated bir futbolcu tanımıyorum Türk futbolunda. Sezon sonu Antalya’ya Aydın veya muadili bir futbolcu (olm Aydın’ın muadili mi var alanında tek o) verilecekmiş, o da var üstelik, tüm bunlar bunun çok iyi bir hamle olduğunu düşündürse de iyi demeyeceğim. İyi transfer derdim ama demeyeceğim.

Sebebini az yukarıda yazdım. “Şu gelecek bu gelecek” denip de sonra çok kel alaka bir isimle anlaşılması uygulaması. Tamamen gereksiz yere beklentiye sokuluyor taraftar, sonrasında ne alaka lan dedirtecek bir isim borsaya bildiriliyor (bu borsaya bildirmeler ne ara haber değeri kazandı onu da anlamış değilim, bir de görüşmelere başlanması bildirilir oldu şimdi). Hani Shaqiri lan? Hani Amrabat? Hani Reyes, hani Forlan? Hadi Amrabat’ı hariç tutalım, gelişen olaylar malum… Ortalık ayağa kalktı bu transferler için, sonuç? Şimdi Shaqiri beklerken Necati bulmak, Twitter trend topic şeysiyle söyleyecek olursak #CarsidanAldimShaqiriEveGeldimNecati durumuyla karşılaşmak bu transferi ister istemez biraz gereksizmiş gibi karşılamamıza neden oluyor.

Galatasaray’da uzun bir aradan sonra ilk kez işler bu kadar yolunda giderken şu politikadan bi vazgeçilse ne güzel olacak.

Bu politikayı eleştirmek için başlayıp baya yazdım yine, neyse görüşmek üzere öpt aeo sçs kib :)))9)