22 Kasım 2011 Salı

Biyoloji-1 Ders Notları-1

Canlıların Ortak Özellikleri

1-Hücresel Yapı

Tüm canlılar yapısal ve işlevsel bakımdan en küçük birim olan hücre veya hücrelerden meydana gelir. Amip, öglena, bakteri gibi bazı canlılar 1 hücreden oluşur ve bunlar bütün canlılık özelliklerini gösterirler. Yüksek yapılı canlıların vücutları ise hücrelerden oluşan dokular, dokulardan oluşan organlar, organlardan oluşan organ sistemleri şeklinde düzenlenmiştir.

Canlılar hücresel organizasyonlarına göre prokaryot ve ökaryot olmak üzere ikiye ayrılır.

Bakteriler ve arkeler prokaryot hücre yapısındadır. Prokaryot hücrelerde çekirdek, mitokondri ve golgi aygıtı gibi zarla çevrili organeller bulunmaz, sadece ribozom bulunur. Bakteri ve arkeler dışındaki tüm canlılar ökaryot hücre yapısındadır. Ökaryot hücrelerde çekirdek ve zarlı organeller yer alır.

2-Kimyasal Dizilim

Canlılar, cansızlardan farklı olarak kimyasal bağların dizilimini özel bir şekilde düzenlerler. Tüm canlılar nükleik asit (DNA ve RNA) içerir.

3-Organizasyon

Her canlı türü, iç ve dış yapı bakımından kendine özgü bir şekil ve görünüme sahiptir. Canlıların çeşitli vücut kısımlarının belirli kurallar içinde canlılık etkinliğini devam ettirmelerine organizasyon denir. Tek hücrelilerde organizasyon, hücrenin farklı kısımlarının farklı görevleri üstlenmesiyle gerçekleşir. Çok hücreli organizmalarda yapı ve görevleri benzer olan hücrelerin bir araya gelmesiyle dokular, dokuların bir araya gelmesiyle organlar oluşur. Organlar bir araya gelerek sistemleri, sistemler de organizmayı meydana getirir.

4-İrkilme (Uyarılma)

Canlıların dış ortamda meydana gelen tüm fiziksel ve kimyasal değişikliklere tepki göstermesine uyarılma denir. Uyarıların alınması ve gerekli tepkinin gösterilmesi, canlıların kendileri için en uygun ortamda yaşamasını sağlamaya yaramaktadır. Bir hücrelilerin dış ortamdaki değişikliklere karşı tepki göstermesine örnek olarak öglena ve amip verilebilir. Tatlı sularda yaşayan öglena fotosentez yaptığı için ışığa doğru hareket eder. Amibin de iğne ucuyla dokunulunca kaçtığı gözlenir. Çok hücreli canlılar da çevreden gelen uyarılara tepki verirler. Örneğin insanın sıcak bir cisme dokunduğunda hızla elini çekmesi, böcekkapan bitkisinde böceğin yaprağa konmasıyla yaprağın hızla kapanması dış ortamdaki değişikliklere karşı gösterilen tepkilerdir.

5-Hareket

Bütün canlılar hareket edebilir. Süngerler, mercanlar ve bazı parazitler belirgin bir yer değiştirme hareketi yapmaz. Ancak bunların çoğu mikroskobik sil veya kamçılarıyla çevrelerini hareket ettirerek besin ve diğer gerekli maddeleri sağlar.

Bir canlının hareketi kas kasılması, sil veya kamçıların hareketi ya da sitoplazmanın yavaşça akmasıyla sağlanır. Ayrıca bitkilerdeki ışığa yönelim (fototropizm), yer çekimine yönelim (geotropizm) de hareket kavramı içinde değerlendirilir.

6-Metabolizma

Metabolizma, canlı organizmanın hücreleri içinde oluşan ve enzimlerle kontrol edilen kimyasal reaksiyonların tümüdür. Anabolizma (özümleme) ve katabolizma (yadımlama) olmak üzere ikiye ayrılır.

Anabolizma: Organizmanın çevresinde bulunan hammaddeleri kendine özgü moleküller haline getirmesidir. Yani anabolizma yapım tepkimelerini kapsar. Fotosentez, protein sentezi, yağ sentezi, nişasta sentezi anabolik tepkimelerden bazılarıdır.

Katabolizma: Organizmada küçük yapı taşları ve enerji elde etmek için büyük moleküllerin küçük moleküllere parçalanmasıdır. Yani katabolizma yıkım tepkimelerini kapsar. Sindirim, oksijenli solunum ve oksijensiz solunum reaksiyonları katabolik tepkimelerdir. Sindirim; besinlerin hücre zarından geçebilmeleri için monomerlerine ayrılmasıdır. Bu olay sırasında ATP elde edilmez. Solunum ise besinlerin ATP sentezi (fosforilasyon) amacı ile parçalanmasıdır. Canlıların çoğu solunum sırasında oksijen kullanır. Buna oksijenli solunum denir.

C6H12O6 + 6O2  => 6CO2 + 6H2O + 38 ATP

Bazı basit yapılı canlılar ise solunum sırasında oksijen kullanmazlar. Buna oksijensiz solunum (fermantasyon) adı verilir. Oksijensiz solunumda, oksijenli solunuma göre daha az enerji üretilir. Bu olayda laktik asit, etil alkol gibi son ürünler oluşur.

7-Boşaltım

Metabolizma sonucu hücre ve dokularda bazı atık maddeler oluşur. Bu maddelerin hücrelerden uzaklaştırılmasına boşaltım denir.

1 hücreli canlılar metabolizma sonucu oluşan atık maddeleri hücre zarından dışarı atarlar. Çok hücreli organizmalar olan hayvanlarda atık maddelerin uzaklaştırılmasını sindirim, solunum ve boşaltım sistemleri sağlar. Sindirim sistemiyle karbondioksit, boşaltım sistemiyle su ve suda çözünmüş atık maddeler vücuttan uzaklaştırılır.

Kara bitkilerinde su buharı ve karbondioksit yapraklardaki stoma denilen açıklıklardan dışarı verilir. Fasulye, devetabanı gibi bitkiler stomalardan atamadıkları fazla suyu yaprak uçlarından damlama yoluyla atarlar. Damlamada suyla birlikte fazla tuzlar da atılır. Bazı bitkiler ise metabolizma atıklarını yapraklarının kofullarında inorganik tuzlarla birleştirirler. Böylece zararlı atıklar suda çözünmeyen kristaller şeklinde zararsız hale getirilmiş olur. Yaprakların dökülmesiyle bu atık maddeler de bitki yapısından uzaklaştırılır.

8-Üreme

Canlıların soylarını devam ettirebilmek için yeni bireyler oluşturmasına üreme denir. Eşeyli ve eşeysiz olmak üzere 2 çeşit üreme vardır. Eşeysiz üremede döllenme olayı yoktur. Bu nedenle eşeysiz üreme sonucu oluşan canlılar birbirleriyle ve ata canlıyla aynı özellikleri taşırlar. 2’ye bölünerek üreme bir eşeysiz üreme şeklidir. Bölünerek üremeye öglena, paramesyum ve bakteri gibi tek hücreli canlılarda rastlanır. Çok hücreli bazı bitki ve hayvanlarda da eşeysiz üreme görülür.

Eşeyli üremede farklı cins 2 üreme hücresi (gamet) birleşerek yeni bir canlı meydana getirir. Eşeyli üremenin eşeysiz üremeye üstünlüğü farklı 2 ataya ait genetik bilgilerin yeni bireyde ortaya çıkmasıdır. Bu durum tür içi çeşitliliği ve böylece de o türün değişen çevre koşullarına uyma şansını artırır. Eşeyli üreme bitkilerle hayvanların çoğunda ve bazı 1 hücrelilerde görülür.

9-Büyüme ve Gelişme

Tek hücreli canlılarda büyüme sitoplazma hacminin, çok hücreli canlılarda ise hücre sayısı ve kütlenin artması ile olur.

Kural olarak, bitkilerde meristem dokunun varlığı nedeniyle hayvanlardan farklı olarak sınırsız büyüme görülür.

Genç bir bireyden yetişkin bir birey meydana gelinceye kadar geçen sürece gelişme denir. Çok hücreli bir canlıda gelişme; hücre bölünmesi, büyüme ve farklılaşmayı içine alan olaylar dizisidir. Örneğin insanda zigotun bölünmesiyle oluşan hücreler bir yandan çoğalırken diğer yandan da değişik görevler yapmak üzere farklılaşırlar. Bunun sonucunda da kemik, kas, sinir gibi dokulara sahip ergin bireyler meydana gelir.

10-Adaptasyon

Adaptasyon, canlının belirli bir çevrede yaşama ve üreme şansını artıran kalıtsal özelliklerin tümüdür. Örneğin, dış döllenme yapan balıkların suya çok fazla sayıda yumurta bırakması döllenme olasılığını artıran bir adaptasyondur. Yine bukalemunun bulunduğu ortama göre renk değiştirmesi bir adaptasyon örneğidir.

Canlı, çevresine uyum sağladığı oranda hayatta kalma şansına sahiptir. Uyum yeteneğinin alt ve üst sınırlarını ise kalıtsal yapısı belirler. Canlı bu sınırlar dışına ancak kalıtsal yapısında bir değişiklik olursa çıkabilir. Bu olaya mutasyon denir.

Çevre koşullarının etkisi ile oluşan ve kalıtsal olmayan değişikliklere modifikasyon denir. Spor yaparak kas geliştirme modifikasyon örneğidir.

11-Beslenme

Canlılar enerji ihtiyaçlarını besinlerden karşılarlar. Besin maddeleri ayrıca hücrenin yapısına katılır ve hücre içindeki yaşamsal olayların düzenlenmesinde rol oynar. Bitki ve alg gibi ototrof canlılar (üreticiler) inorganik maddeleri organik maddelere dönüştürerek kendi besinlerini sentezler. Mantar ve hayvanlar gibi heterotrof (tüketiciler) ise organik madde üretemezler ve besinlerini dışarıdan hazır alırlar.

12-Enzim Kullanımı

Enzimler canlılardaki biyokimyasal reaksiyonların gerçekleşmesini sağlayan biyolojik katalizörlerdir. Canlıların tümünde enzim kullanabilme özelliği bulunur. Enzimler protein yapılıdır. Protein sentezi tüm canlılarda ortak olarak gerçekleşir.

Canlıların Temel Bileşenleri

Canlıların yapısında bulunan maddeler organik ve inorganik bileşikler olmak üzere ikiye ayrılır.

İnorganik Bileşikler: Su, asit, baz, tuz, mineraller

Organik Bileşikler: Karbonhidratlar, yağlar, proteinler, enzimler, nükleik asitler, ATP

1-İnorganik Bileşikler

İnorganik bileşikler genellikle karbon içermezler. İnorganik bileşiklerin başlıcaları su, asit, baz, tuz ve minerallerdir. Bileşikler metabolik faaliyetlerin düzenlenmesinde ve yıpranan dokuların onarımında görev yaparlar. Ayrıca hücrelerin yapısına da katılırlar.

İnorganik bileşikler canlı vücudunda sentezlenmeyip dışarıdan besinlerle alınır. Bu maddeler sindirime uğramadan hücre zarından geçebilir ve hücrede enerji sağlamak amacıyla kullanılmaz.

Su: Su, canlıların yaşaması için hayati öneme sahip bir maddedir. Dünya yüzeyinin %71’i suyla kaplıdır ve bunun yaklaşık %97’si okyanuslarda bulunmaktadır. Hücrenin, dolayısıyla da canlıların büyük bir bölümü sudan oluşmaktadır. Örneğin insan vücudunun 2/3’ü sudur. Bu suyun miktarı organ ve dokulara göre değişiklik gösterir. Örneğin insanın kemik dokusunda %20-25, beyinde %80-85 su bulunur. Denizanasında bu oran %96’ya kadar yükselir. 1 hücreli organizmaların yaşam ortamları çoğunlukla sudur. Çok hücreli organizmaların doku hücreleri de büyük kısmı sudan oluşan doku sıvısı ile çevrilidir. Su moleküllerinin bir tarafı negatif, bir tarafı pozitif yüklüdür. Bu nedenle suyun pozitif yüklü hidrojenleri diğer moleküllerin negatif kısımlarıyla zayıf da olsa bir bağ meydana getirir. Hidrojen bağı denilen bu bağ sayesinde su moleküllerinin kopmadan bir arada kalması kohezyon olarak adlandırılır. Su aynı zamanda adezyon kuvveti yüksek bir maddedir. Adezyon, farklı moleküller arasındaki çekim kuvvetidir. Kohezyon ve adezyon özellikleri, suyun çok dar bir alanda kopmadan yükselmesine yardımcı olur. Bu durum suyun topraktan alınıp bitkinin üst dallarındaki yapraklara kadar taşınmasını sağlar. Sudaki kohezyon kuvveti yüzey gerilimi denilen bir etki yaratır. Bu durum yüzeyde yer alan su molekülleri arasındaki çekimden kaynaklanan bir gerilimdir. Yüzey gerilimi, suyun içindeki moleküllerle havadaki moleküller arasındaki bir çeşit zar ya da deri gibi düşünülebilir. Bu olayın etkisi gözle görülebilir. Örneğin bazı böceklerin su üzerinde yürümesi yüzey geriliminin etkisiyle gerçekleşir. Suyun öz ısısı birçok bileşikten daha yüksektir. Bu özellik ısınan suyun soğumasının ve soğuyan suyun ısınmasının zor olduğu anlamına gelir. Buzun 0 derecede iken sıvı haline dönüşmesi için hidrojen bağlarının kırılması gerekir. Bu nedenle enerjiye ihtiyaç vardır. Yazın ya da gündüzken büyük su kütlelerinde sıcaklık, sadece birkaç derece artar. Çünkü soğurulan enerjinin büyük kısmı su molekülleri arasındaki hidrojen bağlarının kırılması için harcanır. Kışın ya da geceleri sıcaklığın birkaç derece düşmesi, yeni hidrojen bağlarının kurulmasına ve böylece enerjinin ısı şeklinde ortama yayılmasına neden olur. Suyun yavaş soğumasının ortamı ısıtması hem kıyı bölgelerinin ılıman olmasını hem de canlıların yaşaması için sulardaki ortam sıcaklığının dengede kalmasını ve korunmasını sağlar. Suyun öz ısısının yüksek bir madde olması, vücudun hemen ısınmasını ve soğumasını da önlemeye yardımcı olmaktadır. Kimyasal tepkimeler sonucunda açığa çıkan ısı, vücut sıvılarına aktarılır. Fazla ısı, deri yüzeyinden buharlaşma ile vücuttan çevreye verilir. Suyun deriden buharlaşması vücudun serinlemesini sağlayan bir mekanizmadır. Böylece vücut sıcaklığı sabit bir seviyede tutulabilmektedir. Suyun katı hali sıvı halinden daha az yoğundur. Bu nedenle buz, suyun üzerinde yüzebilmektedir. Su yaklaşık 4 derecede en yoğun halini alır ve aşağıya doğru hareket eder. Biraz daha soğuyup 0 derecenin altına inildiğinde yoğunluğu azalan katı parçacıklar yukarıya doğru yükselir ve su, yüzeyinden donmaya başlar. Bu sayede canlılar yaşamlarını sürdürmeye devam edebilirler. Birçok maddenin vücuda alınmasında suyun rolü vardır. Örneğin solunum için gerekli oksijenin vücuda alınabilmesi için suda çözünmesi gerekir. Vücuttaki metabolizma olayları sulu ortamda gerçekleşir. Zararlı atıkların seyreltilmesi ve atılması suyla olur. Kan dokunun büyük bölümü sudan oluşur. Kan bileşikleri suda çözünür, suyla taşınır. Sindirim su yardımıyla yapılır. Bitkilerin ihtiyacı olup da toprakta bulunan maddeleri almalarını kolaylaştırır. Fotosentezde karbondioksitle birleşerek şekeri oluşturur. Canlılara yapısal destek sağlar. Eklem gibi oynak yerlerde ve iç organlarda kayganlık sağlar.

Asitler: Su içinde çözündüğü zaman H+ iyonu veren maddelere asit denir. Yapılarında karbon içeren asitlerin çoğu organiktir. Laktik asit ve asetik asit önemli organik asitlerdir. İnorganik asitlere ise hidroklorik asit ve sülfürik asit örnek olarak verilebilir.

Bazlar: Su içinde çözündüğü zaman OH- iyonu veren maddelere baz denir. Yapılarında karbon ve azot bulunduran bazların çoğu organik bazlardır. Metilamin ve etilamin bazı önemli organik bazlardır. İnorganik bazlara ise sodyum hidroksit ve amonyum hidroksit örnek olarak verilebilir.

Tuzlar: Asitlerle bazların birleşmesi ile oluşan maddelerdir. Asidin H+ iyonu ile bazın OH- iyonu birleşirken su açığa çıkar ve tuz meydana gelir. Hücreler ve hücre dışı sıvılar çeşitli mineral tuzlarını içerirler. Bunların en önemlileri sodyum, potasyum, kalsiyum ve magnezyum tuzlarıdır.

Mineraller: Canlıların yapısında az da olsa minerale gereksinim duyulur. Mineraller vücudun %4 gibi çok küçük bir kısmını oluşturmalarına rağmen birçok maddenin yapısına katılırlar ve kimyasal reaksiyonlarda düzenleyici olarak görev yaparlar. Mineral içeren besinlerin düzenli olarak vücuda alınması gereklidir. Çünkü ter, idrar ve dışkı ile vücuttan sürekli mineral kaybı olur. Mineraller vitamin ve hormon gibi moleküllerin yapısına katılırlar. Kanın osmotik basıncının ayarlanmasında görev yaparlar. Kas kasılmasında ve sinirlerde uyartı iletiminde rol oynarlar. Bazı enzimlerin yapımına katılarak katalizör görevi yaparlar. Demir, manganez, bakır, çinko, iyot gibi minerallere az miktarda gereksinim duyulur. Sodyum, klor, potasyum, fosfor, magnezyum ve kalsiyum gibi minerallere daha fazla ihtiyaç vardır.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Bir Asosyalin Aşk Hikâyesi

2008 yılı Mayıs ayıydı. Havalar ısınmış, tatil havasına girilmiş ufaktan ancak SBS'ye gireceğimizden fazla da rahat değiliz. Çalışmalar hızlanmış, paso deneme çözüyoruz, okula arada sırada evde çok sıkılırsam gidiyorum. Dershaneden bi kızla çıkıyordum o sıralar, daha 7.sınıf bebeleriyiz tabi çıkıyoz dediğime bakmayın, eli elime değmezdi. Bir gün bunla dershane çıkışı yürürken bana "yaa bugün bişeyler yapalım ÖSS'ler benden daha sosyal oldu :(((9(" dedi. Ben de tamam dedim, kıramadım sevdiceğimi. Ancak içimden "Bugün serbest bilgisayar günümdü lan, keşke şunu ekseydim" diyorum. Sonra oyun eksiğimi gidermek için çok şükela bir çözüm geldi aklıma. "Gel hadi FIFA kapışak" dedim. PlayStation'cılar bilir, konsolda FIFA, PES'i her türlü tokatlar. Şimdi bu durum PC'ye de sıçramaya başladı, ancak PES o dönem PC'lerde rakipsiz gibi bişey. Neyse özetle plan şu: hem oyun oynamadan geçecek sosyalleşme sürecimde de oyun oynamış olcam, hem de buna FIFA'da 8-10 tane çakıp egomu tatmin etçem.

Geldik oyun salonuna, oyun açıldı. Her zaman favori takımım olan ve o yıl CL'yi alacak olan Manchester United'ı aldım. "yaaaa manu çok güçlü amaaağğ" dedi. "Esra saçmalama Skonto Riga'yı mı alayım? Al işte Chelsea'yi sen de eşit oluruz o zaman" dedim. "Yok ben Liverpool olayım" dedi. Sanırım bunda en önemli etken 8-0'lık efsane (!) maçtı. Futbolu pek bilmezdi, Beşiktaş'ın Edirne ötesine gittiğinde ne kadar ezik olduğunu da bilmezdi, Liverpool da 8 atınca onda bi "kesin çok güçlüdür bunlar heleloy" izlenimi uyanmıştı. Tabi yalan da değil, iyi takımdı o zaman Liverpool. Ama bana sökmez tabii, Ligue 1'de Nantes'ı en üst zorluk derecesinde şampiyon yapan adamım. Hatta Esra sevinsin diye ManU'mu bırakıp Atlético Madrid'i aldım. Onlar da çok iyiydi o zamanlar. Böyle şimdiki gibi çuval bebeler yoktu.

Sonra kadroları falan ayarladık. Büyük bir centilmenlikle Esra'ya yardımcı olmak istedimse de kabul etmedi. Default sıtayla iyidir dedi. Tamam dedim, zaten Mourinho olsa kaç yazar alayına gider modundayım. Bu gazla başladım maça. Kulağımda kulaklık, çeşitli tribün bestelerini dinleyerek gaza geliyorum.

Düdük çaldı, Esra maça başladı. Neyle şut neyle pas neyle hızlı koşu bunları öğretmiştim önceden. Lan neyse kız başlangıç pasından sonra kaleye doğru bi abandı, top Leo Franco'nun 74 metre solundan ağlarla buluştu. Evet, o derece kötü pozisyon almıştı kalecim. Daha maçın başında 1-0 gerideyim, kafamda ezip tokatladığım, süzgeçe çevirdiğim Esra'ya karşı. Neyse dedim daha dur, 15-0 olmaz 15-1 olur, nazar boncuğu olsun. Esra da bi kötü adam kahkahası fırlattı.

Santra yaptım topu kaptım 1 çalım 2 çalım 3, 4 ve kaleciyle karşı karşıyaydım. Büyük bir dikkatle şutumu çektim ancak malesef Reina topu güvenli ellerinin arasına almıştı. Oynamayı bilmeyen her çaylak gibi topu şişirdi Esra. Forvetlerden biri kaptı topu. Ben "allahını seven defansa gelsin" modunda etten duvar ördümse de Esra sağolsun topa abanıp baya bi üstten auta attı.

Dakikalar ilerledi, Esra tüm futbolcularımı katletti. İlk yarım saat dolmadan 3 oyuncu değişikliği hakkımı da kullanmıştım, 4.bir sakatlık nedeniyle sahada 10 kişiydim. 1-0 yeniktim üstelik. Ağlamak istedim. Ben evimi özledim, sınırsız özgürlükte maç yapmayı özledim diye bağırmak istedim. Pembe bir mezarlık olmak istedim. Karanlığı elimle bölmek istedim. Yok lan o kadar da değil ehehe.

İlk yarıyı 1-0 yenik kapattım, 9 kişi kalmıştım üstelik. Esra'ya bağıra bağıra İsmail YK'nın Allah Belanı Versin adlı parçasını söylemek istedim ama salondakileri tanıyorum, zaten kıza yeniliyom bide iyice rezil mi olayım :(

2.yarı başladı, kulaklıktan Avenged Sevenfold'un Blinded In Chains dinliyorum, iyi de gaza geldim, paslı oynayarak kaleye biraz yanaşıp şutumu çektim. 1-1'di artık, oley lan. Esra'ya dönüp "al lan al noldu girdi mi?" dedim aşırı derecede psikopatlaşmıştım çünkü. O da bana haklı olarak "hayvansın kosecki" dercesine baktı kaşlarını çatarak.
Tam bir salak olan ben, maçın sonlarına doğru bunun yakaladığı tek pozisyonda kayarak müdahalede bulununca penaltı kararı çıktı. Kuyt tüm soğukkanlılığıyla ustaca vurdu ve 2-1 öne geçirdi takımını.

Onlar orada topa vururken Esra burada mala (bana) vuruyordu.

Özet: Mağlup olmuştum. Dünyam, hayallerim yıkılmıştı. Mekânın gediklilerinden, sürekli oraya takılan Mustafa "tebrikler yenge" dedi bana pis pis sırıtıp. Hep farklı yenerdim onu, bugün bu manzarayı görmek ne biçim sevindirmişti onu...
Bu maç, ilişkimizin sonu oldu. "Sen daha iyi fifacılara layıksın, elveda" dedim, çektim gittim. Hesabı da ona gömdüm. Mustafa ben giderken hâlâ pis pis sırıtıyordu.
Beni defalarca aradı, hiçbirine cevap vermedim. Mesajlarını okumadan sildim. Onu görmemek için dershaneye de gitmedim. o PS salonuna da bir daha adımımı atmadım. Ertesi yıl dershanede defalarca konuşmaya çalıştı, başımdan savdım.

Feyste ekledi o senenin ortalarında, başkasıyla ilişkisi var gözüküyordu. Oh be, vicdan azabı hissetmeyecektim. Kabul etmedim isteği, ne hali varsa görsün dedim.

Bu davranışımdan da asla pişman değilim, çünkü ilişkisi var gözüktüğü kişi Mustafa'nın ta kendisiydi... N

8.sınıfta dershaneye Mustafa da kaydolmuştu. 1 yaş büyüktü benden o sene liseye başlamıştı. Zaten PS’de yenilmek en çok o yüzden koyuyordu sanırsam. Adam sürekli Esra’nın peşinde dolaşıyordu, teneffüslerde falan sürekli bir şekilde konuşuyordu kızla. Esra da kaşarlıkta master yapmış her kız gibi yüz vermeyi ihmal etmiyordu ona. Onları yakından takip etmiyordum ama arada sırada uğradığım PS salonunda sürekli karşılaşıyordum.

Bir gün Esra ve Mustafa geldiler ben oturmuş o zamanlar yeni tanıştığım GTA IV’ü oynarken. Onlara bakıp umursamaz tavrımla başımı geri çevirirken gördüğüm manzara bana “Mesut’un Türk olduğunun kanıtı!!!1!11” videosunda “hasss” diyen Mesut olma durumunu yaşattı. “Hasss…” dedim ve gerisi çıkmadı ağzımdan, çıkamadı.

Mustafa kolunu Esra’nın beline dolamış, şu otobüslerde “olan var olmayan var” diye herkesin içten içe sayısız beddua yiyen çiftlerin havasında yürüyorlardı bana doğru. Single olmayı dert etmiyorum, Esra gibi manita da Allah düşman başına vermesin zaten. Kalktım ayağa:

-Gelin lan, dedim. Rövanş yapacaz.

-Ne rövanşı dostum? dedi Mustafa, kıytırık dublajlı Amerikan gençlik filmlerinden fırlamış tavırlarıyla beni deli etmeyi başarıyordu. Esra da sanki Kıvanç ve Çağatay’la aynı odaya kapatılmışçasına zevkten delirecekti beni sinir olurken görünce. Tabi “adam" peste yenildi diye manitadan ayrılıyo, adam kuğul” dedirtmeye devam etmek istiyorsam sakinliğimi korumalıydım. Ben sinir olmayınca onlar iyice şizofrene bağlayacak ve ele güne rezil olacaklardı.

GTA IV CD’sini çıkardım. FIFA 09’u taktım ve:

-Gelin lan, siz ikiniz ben tek, dedim. Baştan istemediler, işimiz var biz sadece seni ziyarete geldik hadi kardeşim deyip kaçmaya çalıştılarsa da zorla oturttum.

Ayarladık maçı. Hemen gidip eliyle koymuş gibi son şampiyon, yıllardır severek oynadığım Manchester United’ımı aldı Mustafa olacak hıyarağası. Beni beklemeye başladılar sonra. Slavia Prag’ı aldım ben de. Mustafa kahkaha attı resmen, ben santrayı yapmış maça çoktan başlamıştım o hâlâ gülüyordu.

Esra kendi çabalarıyla bir şeyler yapmaya çabaladıysa da ona o golü birkaç saniye içinde attım.

Sonra Mustafa’nın da oyuna dönmesiyle yavaş yavaş avantajı ellerine geçirmeye başladılar. Sayısal dezavantajıma rağmen çok iyi oynuyordum. İlk yarının sonlarına doğru adını şimdi hatırlamadığım kumaşı epey sağlam (tabi elimde değerlendi sadece mütevazılık yapıyorum ehehe) bir Çek forvetle bir tane daha salladım kalelerine. 2-0 bitti ilk yarı.

Esra’nın oflayıp poflaması üzerine başka çaresi kalmayan Mustafa kalktı. Bana elini uzattı, dostanelikten oldukça uzak bir biçimde tebrik etti beni. Kalkıp gittiler.

Zaferimin tadını çıkaracak fırsatı tanımadılar bana.

Ama…

Artık bir şeyden net olarak emindim: Kaybeden onlar olmuşlardı.

Mecbur kalmadıkça onlarla görüşmedim ondan sonra da. Emin olduğum tek şey, bilinçaltlarında hep bana karşı olan mağlubiyetlerinin ezikliğini taşıyacak olduklarıydı.

Ve asosyal yaşantıma devam ettim kaldığım yerden… Tek gerçek sevgilim PlayStation’ım. Hiç kimseye, hiçbir şey için ihtiyacım yok.

Yine olsa yine yaparım…

 

2 Kasım 2011 Çarşamba

GTA V-Şöyle Olsun Böyle Olsun

1 saatten biraz daha uzun bir süre sonunda efsane oyunun yeni versiyonunun ilk trailer’ı www.rockstargames.com adresinde yayında olacak. GTA IV’ün optimizasyon fail’ı bir oyun olması ve Red Dead Redemption’ın PC’ye bozuk optimizasyonla bile port edilmemiş olması GTA V’i bir PC’de oynama şansımı ortadan tamamen kaldırmakta. Emektar PS2’mde oynayabildiğim son oyunun da FIFA 2010 olduğu düşünüldüğünde, konsol almak şart olacak.

Yeni oyun, yeni umutlar, yeni hayaller, ufuktaki uykusuz geceler, muhtemelen YGS/LYS dönemim nedeniyle Haziran 2013’e kadar oynayamayacak olmama rağmen sabırsız bekleyişe çoktan girdim. Gönül ister ki 7-8 aylık bir süreçte çıksın da önümüzdeki bomboş yaz tatilinde dibine vura vura oynayak ama yapmaz bu hiçler, biliyorum. Neyse bari konsol+uzun zaman+devasa para üçgenine değecek bir oyun olsun. Bunun için kriterlerim şunlar:

Oyun Vice City’de geçsin. Çocukluğumuzun oyunu lan, biz asosyaller bu oyunla büyüdük. Kardeşimiz avukatımız Rosenberg vardı, kaşarlığına rağmen delikanlılığımızdan yan bakmadığımız Mercedes vardı, onun pederi diğer panpamız Albay Cortez vardı, Diaz vardı, Lance vardı, şerefsiz Sonny vardı, babaanne Auntie Poulet vardı, “taşaklı” Umberto Robina vardı, hey gidi günler lan be. EFLC’de bulunan şu afişe bakarsak bu nostaljiyi tatmamızın ihtimali var:

Fakat GTA V'in logosu olarak tanıtılan şu şey, hiçbir şekilde Vice City’yi çağrıştırmıyor. VC dediğin biraz renkli olur, insanın içini açar, bu ne la?

Bu ihtimali azaltan esas neden logodan ziyade şu linkte görmüş olduğum haber. Okumaya üşeneceklere alıntı: Oyunun 2012 yılında ve San Andreas şehrinde geçeceği söyleniyor. 4chan’deki bir arkadaş söylüyor bunu. Panpamız spoiler’lar vermekten de kaçınmamış tabi ben onları söylemicem burda. Verdiğim linkte özet geçilmiş. Madem Vice City yok şöyle sağlam bi Avrupa şehri yapaydınız. İtalya’da geçen GTA III’ün ilk kısımları tadında güzel bir mafya oyunu hoş olurdu. San Andreas ruhunu İngiltere’nin bir şehrinde holiganlar aracılığıyla da yapabilirdiniz. Yeni bir ortam yeni bir dünya hikâyesi için Erasmus’la Romanya’ya giden anarşist bi panpamızı yönetmemiz de güzel olurdu. Güney Kutbu’nda Eskimo kabilelerinin birbiriyle kapışma hikâyesine bile razıydım ya. Şu antipatik San Andreas’a ne gerek vardı lan?

Neyse tabi belki de bu İnci Sözlük’te aniden “inci sözlük gerçeğini açıklıyorum” diye başlık açıp sekoş illuminatici lan diyen adam gibi bi 4chan üyesidir, hatta %90+ bi ihtimalle öyledir, ama şu Five yazısı San Andreas’ı çağrıştırıyor fazlasıyla.

Oyunla ilgili 2. isteğimse karakterimizin mümkünse Claude (GTA III’teki esas oğlan) kadar asosyal olması. Şayet GTA IV ve EFLC’nin oyun yapısıyla ilgili sıkıldığım tek nokta sürekli buluşmaya çağıran panpalar ve “Niko artık sen beni sevmiyosuaaann” triplerindeki sevgililerdi. Lan allahın sosyopatı Johnny Klebitz bile çeteden elemanlarla burger’a gidiyordu. Aktivite yok şikâyetindeki insanların çoğunluğunun da farkındayım, bu nedenle bu konuda bir isteğe bağlılık olursa gerçekten çok iyi olur. İsteyen bol bol sosyalleşsin, günün 25 saati Agora’dan çıkmayan Balçovalı ergen gibi dolaşsın oyunda, isteyense böyle benim gibi hayatı renksiz, tek sosyalliği gece sokaklardaki kızları arabaya çağırmak olarak devam etsin oyununa.

GTA karakteri sosyal olur mu lan? Sen o kadar şehri dağıtçan, en arkası sağlam adamları öldürcen, anarşist olcan, sert adam olcan sonra Starbucks’ta (oyundaki adıyla Superstar Café) kahve içicen. Yok yea?

3. isteğime gelecek olursak yukarıdaki capste de görüldüğü üzere şöyle mal mal grafikler olmasın düşük çözünürlüklerde. Bu, olur da oyun PC’ye çıkarılırsa diye söylüyorum.

Bu arada hocam anti parantez şurda bi şey söylemek istiyorum: Nette görüyorum sürekli bir sürü sivri zekalı insan oyun pcye çıksın deyip duruyor hatta emirler yağdırıyor yapımcıya optimizasyon hatası yapma oç diye. Lan orijinalini mi alıyorsunuz da adamlar iplesin sizi bu kadar? Yatın kalkın PC’ye çıkmasına dua edin bırakın optimizasyonu. Sanki bilmiyoruz bu kitlenin %93’ü Zamunda’ya abanacaklar oyun PC’ye çıktığında. Tamam siz de haklısınız eyvallah maddi durum falan ama, e olm adamlar niye mecbur orijinal alınması gereken dolayısıyla büyük bir gelir kapısı olan konsollara abanmasınlar? O da maddi durum şeysi?

Neyse, orijinal alcam konsoluma nasılsa, bu nedenle R*’a istek ve öneri yapma, emir verme hakkım var, bu nedenle şu grafikleri düzgün render’lasınlar. Zaten FIFA 2011 ile FM 2009’u aynı anda açtığımda kasmayan sistem GTA IV’ü 15 fps’yle oynatıyordu, bir de bu grafikler iyice çekilmez hale getiriyordu olayı. Hadi size acıyıp oyun içi video kalitesinde yapın grafikleri de demiyorum bakın, ama çok rica etçem böyle bu şekilde fallafoş da etmeyin.

4. istek olaraktan oyunun uzun olmasını ve eğer San Andreas’ta geçecekse sürücü kursuymuş, pilot okuluymuş, RC helikoptermiş bunlara bulaşılmamasını rica etmiyorum, emrediyorum. GTA IV’ü en zevkli kılan durumlardan biri buydu, ayağı yere basan görevler. Yok Area 51 tadında bi bölgeden jetpack çal, yok uçak sürmeyi öğren, bırakın lan bu işleri, ne gereği var? Bak mesela şu görev yüzünden psikolojimiz onarılamaz hasarlar gördü bizim:

Ya, ya.

Oyunla ilgili benim temennilerim bu kadar… Umarım gerçekleşirler. He gerçekleşse de gerçekleşmese de nolcak; yatçaz kalkçaz yatçaz kalkçaz YGS’mize gircez LYS’lerimize gircez konsolumuzu alcaz oyunumuzu oynucaz.

Evet ben bu yazıyı tamamlayana kadar treylıra 13 dakika kalmış oldu şimdi. Umarım tüm bu yukarıda saydıklarımı trailer’da görme şansı bulurum ve umarım oyun beklediğim zamana, yaptığım fedakarlıklara değer ve gelmiş geçmiş en başarılı oyunlardan biri olur… Trailer eklerim sonra.

1 Eylül 2011 Perşembe

Katy Perry’ye Açık Mektup

Naber lan?
Sevgili Katy diye başlayamayacağım üzgünüm canım benim. Aslında istesem anana bile küfrederim, senin bir gün bu blogu okuma ihtimalin bana verme ihtimalinden daha az şu an bunun bilincindeyim hayatım. Ama bak bu burda duruyor, Türkçe falan öğrenirsen ilerde adını burda görünce gel oku bunu lan. Lütfen lan Katy, ben seni ilk keşfeden adamlardanım albüm çıkardığında. Yap bunu benim için.
I Kissed A Girl diye bi şarkın vardı ya hani. Onu ilk çıkarttığın zamanlar dinlediydim ben. Şu anda o şarkı kimse tarafından tınlanmıyor lan. Telefonlarından MP3 playerlarından hatta bilgisayarlarından bile sildi onu insanlar. Nisan 2008’den beri durur bende :) Hâlâ da açar dinlerim canım benim çok güzel şarkı yapmışsın lan ehehe. İlk dinlediğimde iplememiştim onu. Reserved bu şarkı değerlenir diyememiştim. Sonra tesadüf eseri 1-2 ay kadar sonra media player’da ilişti gözüme, dinledim tekrardan. Olm ben metallica megadeth slayer dinleyen adamım tamam mı, ama senle tanıştığımdan beri bırakamıyorum büyü mü yaptın naptın kızım lan sen bana? Ehehe. Hah işte o sert metalci atarlee bucalee bir anda a hop may boyfrend dont mand iğt diye sana eşlik etmeye başladı lan.
Sana bunları neden anlattığımı deli gibi merak etmeye başladın. Bana “salak yemin ederim gerizekalı bu çocuk” diyorsun. Neden anlattığımı anlayacaksın lan onun da yeri ve zamanı gelecek amına çakim arkadaşım bi sabırlı ol lan. Neyse.
Bak sen taş gibi kızsın lan. Russell enişteyle de çok yakışıyorsunuz enişte tipsiz de olsa tanıdıktan sonra size hak verdim mutluluklar. Bence dünyaya gelmiş en güzel, en çekici en taş bağyan sensin. O şimdi adını hatırlamıyorum bir Mısır kraliçesi vardı ya, Marilyn Monroe var ya, senin yanında sivilceli şişman ergen yancı kız kalırlar. Bu güzelliği tamamlatıcı mükemmel yumuşacık bir sesin de var. Kısacası sen bir efsane olabilirsin. Bundan yüzyıllar sonra bile ergen erkeklerin rüyalarını süsleme, “karı dediğin böyle olacak aga” dedirtme potansiyelin mevcut.
O zaman sana bir sorum var:
Sen manyak mısın lan?
Neden bu güzelliği, bu sesi tüketim toplumuna, popüler kültüre kurban ediyorsun? Kadronda Xavi-Iniesta-Messi var sen 18 kişilik maç kadrosuna almıyorsun onları be ablacım. Ömrü taş çatlasın 5-6 aylık şarkılarla, E.T. gibi rezalet kliplerle ne yapmaya çalışıyorsun anlamadım. Aslında anladım merak etme açıklama istemiyorum senden, retorik bir soru sormuştum. Amacın gündemde kalmak. Bir avuç ergen sana baksın 31 çeksin, MTV’de günde 87 kez klibin yayınlansın, sen de ünlü kal, gündemde kal, tükenmeye başlayınca daya yeni klibini ne güzel hayat dimi?
Yapma bunu be. Bak sen yueseyin bağrından kopup gelmiş bir ablamızsın o toplum böyle yaşıyor. Yesin içsin sıçsın ancak o 45 IQ’yla yaşayan moronlar; sende oyunculuk yeteneği, müzik yeteneği, güzellik aklına gelebilecek her şey var. Neden Kesha, Rihanna gibi karton sanatçılarla (şunlara sanatçı derken valla utandım) aynı klasmanda tutuyorsun kendini? Senin onlardan fazlan var. Ha bu arada anti parantez ben Rated R albümündeki Rihanna için karton dedim eski şarkıları çok güzel.
One of The Boys albümün de Teenage Dream de bende mevcut. D&R’a nerden baksan bi 30 lira bayıldım onlar için. Senin için tüketim toplumuna hizmet ettim. İki albümü kıyaslayınca çok açık söyleyeyim Teenage Dream albümüne verdiğim paraya yazık oldu diye düşünmeden edemiyorum.
One of The Boys’a bakıyorum, içinde neşelendiren (One of The Boys), sözleriyle sesli güldürebilen (UR So Gay), hüzünlendiren (If You Can Afford Me), ağlatan (Thinking of You), gaza getiren (Fingerprints) bir ton duyguyu içinde barındıran bir albüm.
Sen bu albümü farklı pazarlasaydın daha az kişilik ama sen tükendikten sonra seni fırlatıp atmayacak bir hayran kitlen olacaktı.
Michael Jackson reyiz bir sürü karalama kampanyasıyla, hastalıkla boğuştu ancak hâlâ gelmiş geçmiş en büyük popçudur. Onun en fazla izlenen videosu (yutupta) 92 milyonken Justin Bieber 500 milyon ya, şu tüketim toplumunun ta amına koyayım ben küfür de ettirdiler sonunda. (İnanmayan sayıları gitsin kontrol etsin isterse)
Ama tek tesellim ne biliyor musun Katy? Katy abla? Yenge? Her neysen artık:
Justin Bieber bir gün ölecek. Sadece bedeni değil, sanat eseri zannettiği israf edilmiş her CD’si ölecek onun. En geç 10 sene sonra kimse bakmayacak yüzüne. Ergen kızlar bir gün “biz bunu mu dinlemişik lan” diyecekler büyüdüklerinde.
Michael Jackson ise yıl 2276 olduğunda bile büyük bir efsane olacak kalacak.
“İstatistikler mini etek gibidir, çok şeyi gösterir ama asıl görünmesi gerekeni göstermez.” – Sir Alex Ferguson.
Evet belki Youtube’da izlenme oranlarıyla Justin 1-0 öne geçiyor ama:
Michael Jackson bir efsane ve Justin Bieber sadece uçlu kalemle tırnak temizleyen bir ergen. Bir halt olmaz o çocuktan. Arkasından ittiren birileri olmasa lisede şişe çevirmece oynuyor olurdu bugün.
Yani demeye çalıştığım şey şu:
Senin layık olduğun şey günün birinde piyasadan silinecek popcorn kraliçelik değil. Yunanistan’ın EURO 2004 şampiyonluğu gibi bir başarın olmasın, şampiyonluk oranı 6/18’ken 19/18’e 18 senede gelen Manchester United gibi bir başarın olsun.
Keşke daha az kişi tarafından tanınan ama elle tutulur işler yapan Katy Perry olarak kalsaydın.
tiyneyç dırimde ketiyi nası götürüyolar yaa türünden ergen muhabbetlerine malzeme etmeseydin kendini.
Lan o klibi ben de beğendim, anlatmaya çalıştığım şey o değil.
İlgi çekmek için yapmadığı mallık kalmayan popçulardan olma Katy.
Şarkında da dediğin gibi “leave your fingerprints in the end.”
Lütfen.
Efsanelerden ol.
Efsaneler arasındaki haklı yerini bir an önce al.
Hoşçakal.
Şimdi gitmekte özgürsün.
Enişteye çok selam.
ps: Sarı saç sana hiç yakışmıyor.

31 Temmuz 2011 Pazar

Siz Hepiniz Biz Tek

Selam.

Az önce bir yerde denk geldim, ünlü bir spor yazarı demiş ki:

Lig eksik kaldı diye hak etmeyenlere prim verilir mi?
Bunu yapacaksanız DÜŞÜRMEYİN FENER’İ ve de ötekileri…
Bank Asya’dan gelenler ligi ve yayıncı kuruluşu kurtaramaz ama Fenerbahçe kurtarır.
Delecekseniz yasaları FENERBAHÇE ve Aziz Başkan’ı (kusurlu görülseler dahi) affedin, öyle delin!

Ve şu anda sesli sesli gülüyorum valla. Belden aşağı vurmamak için kendisine herhangi bir şey söylemeyeceğim, ancak şu görüşteki 7 mantık hatasını bulalım:

    Şerefiyle düşenler bu ligde bulunmayı şikeden düşenlerden daha fazla hak ederler. Yayıncı kuruluş için etik değerlerin ayaklar altına alınmasını salık vermek ne kadar doğru? Lig tamamlansın diye düşenleri ve play-off potasındakileri lige almanın illegal hiçbir tarafı yok. İtalya gözünün yaşına bakmadan Juventus’u düşürdü ve hala Şampiyonlar Ligi’ne 4 takım gönderiyorlar. Juventus nere Fener nere? “Yasaları delin” gibi bir cümleyi kurmaya kimsenin hakkı olamaz. (Kusurlu görülseler dahi) affedin ne demek? Suça teşvik bu lan.

Şimdi arkadaşım, bu sadece bi’ anekdottu, bu cümleleri kuran spor yazarımız sayın Osman Tanburacı beye çatma yazısı olmayacak bu. Ben burada hakkı yenenin, mazlumun, ezilenin önde bayrak flama taşıyanı bir takımı yazacağım:

Evet, Bucaspor. 2009’da 2. ligin 2010’da Süper Lig’in havasını solumuş güzel bir İzmir takımıdır. Şimdi ben Buca’nın 2009’dan başlayarak bugüne kadar gelen yolda neler yaşadığına bir göz atacağım.

2009 yazına girilirken Buca epik bir 2.Lig şampiyonluğu yaşadı. Rekor bir puanla şampiyon oldu. Kardeş takımı Mersin İY ve Çanakkale Dardanel ile birlikte Bank Asya 1. Lig’e katıldılar. 2009/2010 sezonunda Çanakkale Dardanel küme düştü, Mersin İY küme düşmeme mücadelesi verdi. Bucaspor ise geçen sezonki kadrosunu korudu ve baş göstermeye başlayan maddi sıkıntılara rağmen ligi 2. sırada tamamlayarak Süper Lig’e çıktı. Bu süreçte İzmir’in en baba 2 takımı denilen Karşıyaka ve Altay cenabetliklerini sürdürdüler tabii. İkisi de üst üste 2 sene play-off oynadılar, biri bile çıkamadı. Göztepe zaten amatöre kadar düştü. Yeni yeni toparlanmaya başlıyorlar onlar da. Bu sene Bank Asya’ya çıktılar işte.

Bucasporlular 1 senede 2 lig çıkan bu efsane takımın korunmasını, bir iki Süper Lig tecrübeli futbolcu takviyesiyle Süper Lig’in tozunu attırmayı bekliyorlardı. Tabii beklenen olmadı ve Bucaspor tarihine kara bir leke olarak geçen bir karar alındı:

Hatanın büyüklüğü takip edilemeyen bir transfer trafiğinin başlamasıyla anlaşıldı. 20’den fazla oyuncu alındı, Musa Aydın ve Leko hariç hiçbiri bir gram katkı sağlamadı takıma. Üstüne bir de oynamadıkları sezonlar için para ödendi onlara. Yarısından çoğu kadro dışı kaldı sezon içerisinde. Onları yazının devamında anlatacağız zaten, 2010/2011 sezonunun transfer dosyasını inceleyelim.

Gelenler

Bülent Uygun (TD), Musa Aydın (Sivas), Stjepan Tomas (Gaziantep), Atahan Menekşe (Kocaeli), Serkan Atak (Hacettepe), Carlos (Rio Ave), Victor Mendy (Metz), Ahmet Çörekçi (Millwall), Landry Mulemo (Standard Liege), Kadir Atkın (Altınordu), Ergun Cengiz (Y.Malatya), Ömer Kahveci (Adana Demirspor), İbrahim Dağaşan (Sivasspor), Dady (Osasuna), Jerko Leko (Monaco), Orhan Ak (Antalya), Oğuz Başaran (Darıca GB), Ragıp Başdağ (Kayseri), Emre Aktaş (Adanaspor), Aydın Karabulut (Ankaragücü), Ediz Bahtiyaroğlu (Ankaragücü) son 3 kiralık.

Bu Bucaspor’un 25 Temmuz 2010’a kadar yapmış olduğu transferler. Sonradan Koray Çölgeçen, Manucho, Dabo ve Onur Tuncer geldi. Bunu copy-paste ettiğim kaynağa yazmamışlar, ben de kendim ekleyeyim dedim. Gidenler ise şampiyon takımın belkemiğini oluşturan Mehmet Batdal, Yılmaz Özlem gibi futbolculardı… Zaten maddi durumu pek de iyi olmayan kulüp, tam 24 transfer yapmıştı. Eğer bu transferler tutmazsa kulübün düşeceği durum az çok görülüyordu. Altay v2.

Lig Beşiktaş maçıyla başladı. Bu maçta eski şampiyon kadroyu bozmanın ne kadar büyük bir hata olduğu oynanan dandik futbolla belli oldu. Buca’yla yeni tanışmış kişiler Bülent Uygun’dan ve oynanan bu futboldan dolayı bizi kıytırık bir Anadolu takımı gibi gördüler ve küme düşmenin en büyük adayı yaptılar.Gayet normal tabii, kadro değeri kendisinden 8 kat daha düşük (!) Beşiktaş’a yenilmişti çünkü.

Ancak kazın ayağı öyle değildi işte. Buca belki sonraki 3 maçında yenilmedi ama Kasımpaşa-Gençlerbirliği-Konya üçlüsünden sadece 5 puan alabildi. Kendisiyle birlikte sezon sonunda küme düşecek olan Kasımpaşa ve Konya’yı yenemedi. Sonraki hafta sezonu epic fail ile noktalayacak bir diğer takım Galatasaray’la oynadı Buca… Ve hemen arkasından Bursa’yla. Beşiktaş-Galatasaray-Bursa üçlüsünden toplamda 3 gol yemiştik. Bu doğal karşılanabilirdi, 3 takımın da kalitesi ortadaydı. Sonradan pek de doğal karşılanamayacak şeyler yaşandı…

Eskişehirspor maçından sonra başkan değişimi oldu ve Bülent Uygun henüz 7. haftada verdi istifayı. Sezon başında gelmiş, sıfırdan bir kadro kurmuştu ve işler zora girince tüyüyordu şimdi de. Bunu tabii ki de “başkan yeni vizyon oluşturabilsin” diye yapıyordu (!) Bülent başgan. Neyse, Bucalılar olarak umutlanmıştık, doğru bir TD seçimi bizi kurtarabilirdi. Yönetim tabii ki bu eksiği gidermek için en uygun isim olan (!!) Samet Aybaba ile anlaştı sonra ve tabii ki işler yoluna girmedi. Her şey daha kötüye gitti. 13. haftaya gelindiğinde takım toplam 7 gol atabilmişti ve 8 puanı vardı.

Hocam bu arada anti parantez şurada İzmirliyim diyen moronlara da 1-2 laf sokacam: Lan salaklar, gerizekalılar; Bank Asya’nın kadrolu üyeleri Karşıyaka ve Altay’a verdiğiniz desteği altyapısıyla ve yapılanmasıyla İzmir’i bırak tüm ülkenin yüz akı olan şu kulübe verseydiniz şimdi UEFA Avrupa Ligi’nde Gaziantep yerine biz ön eleme oynuyor olabilirdik. Siz buraya Fener gelince 50000 kişilik stadı dolduran, Buca’nın ev sahibi olduğu maçta 50000 kişi aynı anda “BUCA KÜMEYE ŞAMPİYON FENER!!!11” diye bağıran tiplersiniz. Yazıklar olsun lan hepinize. Sonra bir de utanmadan bunu söylerler:

iki lig çıktı diye; kendini dev aynasında gören, götü başı ayrı oynayan, istanbul yakalası çift sim kartlıların desteklediği takım. bir izmirli ve göztepeli olarak, tez zamanda tepetaklak olmasını temenni ediyorum.

Ekşi Sözlük, Bucaspor Başlığı 280. entry

Sen İzmirli falan değilsin. Seni herhangi bir kategoriye sokamadım ben burdan. Daha “yalaka” yazamıyorsun. O 2 lig çıkılsın diye bu takım ne emekler verdi senin haberin var mı lan?

Oh be valla rahatladım içim hafifledi. Neyse şimdi devam, 13. haftadan sonra Antalya’yı yenen ve Manisa’dan da bir beraberlik koparan Buca, devre arasına 12 puanla giriyordu. Var ya, olm var ya, şike yapsan her takıma yatsan daha fazla puan toplarsın lan bu ligde. Neyse, devre arasında Buca daha mantıklı transferler yaptı. Mesela 25000 dolarlık alacağını ödemediği Manucho’yu gönderip 120000’e 37 yaşındaki Cenk İşler’i aldı. Aslan gibi genç kaleciler dururken Londak’a para bayıldı. Bu arada Buca’nın bu durumundan iyice faydalanılsın diye kredi kartı muhabbeti çıkarıldı bunlar olurken. Neyse bunun dışında Ali Kuçik’in kiralanması, Beto’nun kiralanması, Abdülkadir Özgen’in alınması, Torric Jebrin’in alınması, bunlar iyi transferlerdi. Özellikle Jebrin’i yılın transferi seçerim oğlum ben kim ne derse desin. Bunun dışında Kevin Pariente diye bir adam alınmış artık hangi ruh halinde alındıysa bilmiyorum. Gidenler ise Manucho, Tomas, Dady gibi sansasyoneller oldular ama zaten takıma hiçbir somut katkıda bulunmamışlardı…

Ligin 2. yarısına çok sansasyonel bir skorla başladı Buca. 5-1 yenildi Beşiktaş’a. Ama bu skor yanıltıcı bir skordu çünkü 2. yarıda çok iyi gidiyordu Buca. Kasımpaşa’yı 4-0, Konya’yı 3-2 yenerek 15. sıraya yükseldi 21.haftada. Artık işler yoluna girmeye başlamış görünüyordu… Ama bu sefer de devreye tartışmalı hakem hataları girmeye başladı. İşte bir tartışmalı kırmızı kararı:

12 Şubat 2011’de 3-2 galibiyetimizle sonuçlanan Konya maçında Koray’a gösterilen kart. O maçta bir pozisyonda top Koray’ın eline çarpınca Cüneyt Çakır derhal bastı sarıyı. 21. dakikada kıytırık bir faulden dolayı 1 sarı daha yedi Koray. Tamam o maçta Koray’a az sövmedim ben de, ama o zamanlar arkamızdan döndürülen dolaplardan habersizdim. İşte size bir diğer can alıcı örnek:

2 Mart 2011. Türkiye Kupası çeyrek final rövanş maçı. İlk maç Gençlerbirliği’ne 2-0 yenilmişiz, burada da maçın başında 1-0 öne geçmişiz. Buca’nın ceza sahasında Onur Tuncer’e yandan çarpan bir topa “elle müdahale” demiş ve basmıştı kırmıızıyı Süleyman Abay. O penaltıyla gol atamadı GB ama Buca oyundan düştü ve 2-1 kaybetti maçı.

Şimdi en can alıcı bölümdeyiz. Çiçek olun arkanıza yaslanın. Bu maçı özel inceleyeceğim sonra da az biraz daha konuşup bitireceğim yazıyı.

20 Mart 2011 Bucaspor-Sivasspor Maçı

Geçen haftasında Gaziantep’i 2-1’le geçmiş Buca, bu maçta Sivas’ı BucArena’nın uğuruyla yenmeyi ve lige tutunmayı hedefliyordu. Zira bu maçı kaybeden takımın yeniden toparlanması zor olacaktı ve beraberlik de Buca’nın aleyhinde bir sonuç olacaktı. Kasımpaşa da kazanmıştı o hafta bu da işleri kızıştırmaktaydı.

Bu maçta tartışmalı kararlarıyla Buca’yı katletme görevi Kuddusi Müftüoğlu’na verilmişti. Bu maçta böylesine taraflı davranıp Buca’yı yakan adamın ertesi hafta Fener-Bursa maçını yönettiğini de hatırlatalım Göz kırpan gülümseme. Yine malca bir penaltı, malca bir kart, Sivas 1-0 önde kapattı ilk yarıyı. Böyle kritik bir maçta Buca’yı 65 dakika 10 kişi oynamak zorunda bıraktı. Bu, o sezon Bucaspor aleyhine 3. penaltı+kırmızı karttı. Buca’daki Bim’e de gelmiş bu üründen: Eyyam 2’si 1 arada: Penaltılı, kırmızı kartlı.

Sonra aynı maçta Leko’ya utanmasa tekme tokat girişecek Eneramo’ya hiçbir şey yapmadığı gibi Emre Belözoğlu moduna geçmeden edebiyle adabıyla kırmızı kart isteyen Leko’ya sarı gösterdi.

Devamında Buca ne zaman atak yapsa hep Sivas lehine bir düdük çalındı, kendisi düdüğe abanırken hiiç iplemeden kendi evreninde topa vuran Eneramo’ya yine gıkını çıkarmadın.

Bu maç skor olarak da, hakem kararları olarak da Buca’ya açık bir tecavüzdür.

Evet bu maçtan sonraki maç da kaybedilince Samet Aybaba da gitti ve yerine Buca’nın içinden yetişmiş, camiayı avucunun içi gibi bilen Sait Karafırtınalar göreve geldi. İlk maçında Karabük’ü mağlup etti ve bu, Bucaspor’un kazanabildiği son maç oldu. Ama o tarihten sonra hiç “alt” biten maçımız olmadı. Herkesi gole boğduk, Fenerbahçe’ye 3 gol atma başarısı gösterdik. 8 Mayıs 2011’de, bir Trabzon maçıyla Süper Lig’e veda ettik… 8 Mayıs 2010’da gelmiştik Süper Lig’e, o gün veda etmemiz çok ama çok dramatikti…

Özet: Kötü yönetim, kötü transferler, kötü TD’ler, taraflı hakemler nedeniyle 1 sezonu heba edildi Bucaspor’un. Söylediğim gibi hakkı yenenin ezilenin önde gideniyiz biz. İzmir hiç destek çıkmadı, utanmadan ismi İzmir Bucaspor olsun diyen şerefsizler bile çıktı. İzmirli değil dediler, Süper Lig’de istemiyoruz dediler, kıl yün dediler. Ve amaçlarına ulaştılar… Bank Asya’dayız tekrar. E o zaman tüm gayretleriyle Buca’yı düşürenlere gelsin:

Bu ne lan diye soran olursa diye altyazı: Kına.

Eğer şike soruşturması nedeniyle 1 takım küme düşerse Bucaspor’un tekrar Süper Lig’e çıkmasını kimse HAK ETMİYOR diyerek engellemeye çalışamaz.

Ama şu da bilinsin, biz hangi ligde olursak olalım takımımızın arkasındayız ve İzmir’in ağası her zaman biziz! Ve bu tür şerefsizliklere yine maruz kalacaksak Süper Lig’i zaten istemiyoruz.

Bu kadar…

19 Haziran 2011 Pazar

Bolca “lan” ve “neyse” içeren yazı

Naber lan? Otur, az konuşalım. Çok uzun zaman oldu, özledim lan. Her şey aynı şu lanet dünyada, hiçbir şey değişmedi. Hâlâ insanlar uyumaya devam ediyorlar. Hâlâ başkalarının var olan ya da olmayan zayıflıklarını kullanarak tatmin ediyorlar kendilerini. Daha bir sürü şey var da, anlatmayayım onları şimdilik. Seni bulmuşken kafanı şişirip tekrar kaçırmak istemem...
Sen diğer şekilci moronlar gibi değildin, asla olmadın. Bu yüzden seni özlüyorum bu kadar aslında belki de... Diğerleri gibi "birisi bir şey yapsın da ahahaha mal ergen zaaa xd diye dalga geçeyim" diye pusuda beklemiyordun... Her türlü saçmalığıma büyük bir sabırla tepkisiz kalmıştın. Feysine su içerkenki capsini koysa 50 kez beğenilen arkadaşlar senin pek umurunda değildi. Bu yönün seni özel yapmak için yeter ve artar.
Neyse ya, değiştirelim konuyu. Yaz geldi lan. Yakında Demet Akalın falan da albüm çıkarır ve yazın geldiği resmi olarak onaylanır. Havaların soğuk olduğu günleri çok kötü geçirmiştim, şu son bir haftadır yaşadığım eğlence ilaç gibi geldi ne yalan söyleyeyim.
Kolay değil lan, en sevdiğim arkadaşlarımdan birçoğunu kaybetmiştim, notlarımı düşürmüştüm ve bu nedenle babama karşı bir vicdan azabı duyuyordum. Bunu sana söylüyorum çünkü bu nedenle benle dalga geçmeyecek tek kişi sensin. İnek falan değilim panpa, bu lanet eğitim sisteminde tüm dersleri 100 olan bir robot olacağıma, 30-40 puanı olan ama kendi beyni olan bir adam olmayı tercih ederim. Ne var ki geç kaldım, 11. sınıfım artık yani çoktan katledildi beynim. Artık bu sisteme ayak uydurmak zorundayım. Hayatta kalmak için buna mecburum. İşte vicdan azabım da bu yüzden.
Neyse; özetle şunu demek istiyorum: Sensizlik+bu saydığım şeyler, bunları atlatmak için çok uğraştım... Çok ezik gibi duruyorum ama güçlüyüm panpa ben. Bunları zor da olsa atlattım, daha zorlarına da dayanırım. Beni asla yenemezler, Fenerbahçe'yi Türkiye Kupası'nda yenen Yeni Malatyaspor gibi arada parlarlar ama daima kaybeder zorluklar.
Ben artık düzeldim. Ne senin yanında saçma saçma davranarak seni sıkacağım, ne en iyi arkadaşlarımı kıracak bir şey yapacağım ne de kötü bir notum olacak. Geçti artık o kahrolası günler. Artık ayağa kalktım. Artık dalga geçilen, ezilen, kaybeden tarafta değilim. Bana hâlâ bu şekilde davranmaya kalkan olursa, burada çoluk çocuk var büyükler var o yüzden fazla cesur davranamıyorum ama pek de hoş şeyler yapmayacağım. Bu dünyada iyi niyetli olmayacaksın panpa. Kendilerini bir şey sanmaya başlıyorlar. Sineklerin rahatsız olanlara daha çok gitmeleri gibi. Kendilerini senden daha güçlü zannediyorlar ki herhangi bir spor dalı dışında her kulvarda tokatlayabilirim onları. Neden yapmadım, korktuğum için mi? Come on man, don't be so stupid. It's because I didn't want them to realize they are nothing but some lucky fools. Aha bak ingilizcede tokatladım birkaçını.
Yerim onların şekilciliğini, artistliğini. Hiçbir şey anlamazlar Orhan Pamuk falan okurlar, Starbucks'ta en pahalı kahveden isterler içeriğine falan bakmadan. İyi bir pazarlamayla 150 TL fiyat koyup "mocca skisokatte" diye bir şeyi içirebilirsin bunlara Starbucks'ta. Mango'dan Bershka'dan D&R'dan çıkmaz, bayılana kadar MTV izler sonra da tüketim toplumunu eleştirirler. İlgi çekmek için Bob Marley, Can Yücel isimlerini kendi malca yazılarına koyarlar, Can Yücel "bi bardak su versene üstat" dese bunu bile yazarlar lan. Can Yücel çünkü. Nasıl bir beyin yapısı sence?Sorsan adam ateist ama "Allah'ım yarınki sınavdan sağlam bir not nasip eyle" diye dua ederler her sınav öncesi. Herkes anarşistim der, ama her veli toplantısı öncesi herkes yusuf yusuf. Bir kendiniz olun dimi lan.
Sağa sola nefret kusup mahvettim muhabbetimizi, özür dilerim. Ama seni senin yanında rahat davranmadığım için kaybettim, şimdi rahat davranıyorum. Bunları anlatamadım senden başkasına, anlattım ama korktum hep bir yandan da. Sevilmemekten... Ama sevilmiyorum lan, gerçekleri söyleyebilirim artık. Sevilmemek umrumda değil. Beni sevmemesini istemediğim kişiler ailem, yukarıda saydığım en iyi arkadaşlarım, bir de sensin.
Sadece o diğer birkaç kişinin sevgisi, bir de senin sevgin, bana yetiyor zaten. Diğerleri ister sevsin ister nefret etsin. Ne hissediyorlarsa hislerimiz karşılıklı olacak... Ama sen ve o birkaç kişi... Sizi her zaman seveceğim oğlum ben. Ve o yüzden, sizi kaybetmemeliyim işte...
Karşılıksız sevgi ne kadar acı biliyor musun lan sen? Çok sevdiğin bir arkadaşınla hiç küs kaldın mı? O arkadaşının sana güvenmeyen, seni fazlalık olarak gören birine dönüşmesinin verdiği acıyı tattın mı? Onun sana aldığı (haklı veya haksız) tavır yüzünden hayata küstün mü? Bu sorulara cevabın evetse beni daha iyi anlıyorsundur... Yok eğer hayırsa... Anlamıyorsan bu duyguları tattığında anlayacaksın beni... Anlıyorsan da bu duyguları tattığında çok daha fazla hak vereceksin...
Sıkıldın mı? Hep ben anlattım... Özür dilerim, anlat hadi sen de lan. Justin Bieber'a olan aşkını anlatsan yine dinlerim. Saatlerce siyaset konuşsan da sıkılmam. "yeaa metallica öldü lan" muhabbeti yapsan yine çıt çıkarmam. Sen ne anlatırsan anlat saatlerce sıkılmadan çıt çıkarmadan dinlerim. Sen yeter ki anlat.
Özet: Sonumuz morg aç bi tuborg...
Son olarak, Last Friday Night klibini izle lan eğer hala izlemediysen. Rebecca Black falan var, gülersin lan.