21 Eylül 2012 Cuma

Beyond: Two Souls

“Az ama öz”, Quantic Dream’in oyun yapım felsefesi. Şimdiye kadar toplam 3 oyun çıkardılar, hepsi de gelmiş geçmiş en iyi oyunlar arasındadır bana göre. Oyun yapmayı bir sanat olarak görüyorlar. Özellikle Heavy Rain’de bunu biraz fazla abarttılar ve ortaya bir oyun değil, film çıktı. Heavy Rain’in tek eksiği bana sorarsanız seçimlerden çok QTE’lerdeki başarının oyun hikayesinde belirleyici olmasıydı. Kavgada dövüşte bu bir derece anlaşılabilir ama bebek bezi değiştirirken bir tuşa yanlış basarak trophy kaçırmak can sıkıcıydı, onun dışında tam bir başyapıttı kendisi. Şimdi Quantic Dream daha sağlam bir eserle gümbür gümbür geliyor.

Beyond: Two Souls’ta Jodie Holmes adında bir liseliyi oynuyoruz (ne codisi lan bildiğiniz Ellen Page, birazdan caps vercem zaten), kendisinin Ömer Çelakıl ile kan bağı olması muhtemel, şayet ruhlar, paranormal olaylar gibi şeylere büyük bir ilgisi var. Bu kardeşimiz, doğaüstü bir varlıkla konuşabiliyor/iletişime geçebiliyor. Bu varlığın adı ise Aiden.

Ellen Page. Eğer PlayStation 3 sahibi değilseniz büyütüp bakmayın, durduk yere size 800 TL borçlanmak istemiyorum.

Oyun, ölümden sonraki yaşam teması etrafında dönecek. Önceki Quantic Dream oyunları gibi seri katillerle uğraşmıyoruz. Tabii bu ekşın olmayacağı anlamına gelmiyor. Hatta kişisel görüşüme göre Heavy Rain’den de Fahrenheit’tan (Indigo Prophecy) da daha sağlam bir senaryo olacak.

Tabii henüz E3 tanıtımı haricinde bir şeyler bilmiyoruz, fakat Heavy Rain tarzı bir oynanış sunacağı aşikar. Takipçiler bilir, Heavy Rain’de oyun falan oynamıyorduk aslında, belli noktalarına bizim müdahale edebildiğimiz bir filmdi esasen. Bu oyun da böyle.

Oyun hakkında elimize geçen bilgiler bu kadar, çıkma tarihine bağlı olarak en erken 2013 yazında elimde olduğunda hak ettiği daha detaylı incelemeyi yazabilmek dileğiyle…

 

10 Ağustos 2012 Cuma

Missy Franklin

Türkiye’de Derya Büyükuncu’yu geçebilecek yüzücü hâlâ çıkamadı, biz onla uğraşıtken Amerikalılar yeni bir yıldız çıkardı bile.

Bu kızın adı Missy Franklin. Kendisi liseli daha. 10 Mayıs 1995’te, The Big Bang Theory izleyenlerin yakından tanıdığı Pasadena’da doğmuş. Bizdeki 95’lilerin harıl harıl SBS’ye hazırlanmaktan yüzmeyi bırakın banyo yapmaya bile vakit bulamadığı 2008 yılında Pekin olimpiyatları için yapılan seçmelere katılmış ancak 37. olabilmiş ve gidememiş. Allahtan burada doğmamışsın, yoksa o zamanlar dershanede olacaktın Missy.

2011 yılında patlama yaptı adeta, Çin’deki dünya şampiyonasını toplamda 5 madalya ile kapattı. 2’si bireysel, 3’ü takım halindeydi. Bugün fanboyların içip içip dünyanın en büyük sporcusu ilan ettiği Michael Phelps o yaşta sadece 1 madalya alabilmişti. Neyse boşverin bunu şimdi, günümüze dönelim.

2012 Londra olimpiyatlarında şu ana kadar 4’ü altın olmak üzere 5 madalya aldı. Olimpiyat performansını yazıyorum aşağıya:

4x100m Serbest Bayrak Yarışı

3:34:24

Bronz

100m Sırtüstü

58:33

Altın

4x200m Serbest Bayrak Yarışı

7:42:92

Altın

200m Sırtüstü

2:04:06 (rekor)

Altın

4x100m Karışık Bayrak Yarışı

3:52:05 (rekor)

Altın

16 yaşında hayvanlar gibi başarılı oldu, gerçekten saygı duyulası iş diyerek Justin Bieber propagandası yapan Amerikalılar herhalde bu kıza tapıyordur şu an. Kızlar için Marla Singer mertebesine yükselmiş olabilir. Justin Bieber demişken, herkesin müzik zevki kendine de, Missy büyük bir Justin hayranıymış, koskoca olimpiyat şampiyonusun kızım sen bu ne lan :D

Dur dur, elin “z” tuşuna gitti gördüm. Zevkleri veya renkleri tartışan yok aklı evvel arkadaşım, bu kısım espriydi.

Artık ciddileşiyorum, yukarıda da gördüğünüz üzere bu kız şimdiden 5 madalya kazandı bu olimpiyatlarda. Peki bizim 114 sporcumuzun kazanmış olduğu toplam madalya sayısı kaç dersiniz? Doğru cevap 1 olacaktı.

Liseli Amerikalı’nın tek dalda 5 madalyası var.

114 yetişkin Türk’ün toplam madalya sayısı kaç? 1.

5>1

Kesinlikle içler acısı bir durum, fakat şaşırtmıyor beni. Aksi olsaydı şaşırırdım aslında.

70 milyonluk ülkeden rahat 1 milyon tane vasat üstü sporcu çıkar diye düşünüyorum. Futbol, basketbol, tenis, halter, yüzme, squash, milyon çeşit spor var. Bu sporların en az birinde vasat üstü yeteneğe sahip toplam insan sayısı bence azımsanamaz.

Peki neden bu durumla karşılaşıyoruz?

Neden 6 kere olimpiyatlara gönderdiğimiz yüzücümüz her seferinde nal topluyor mesela?

Neden elin liselisi madalya sayısında bir ülkeyi 5’e katlıyor? (Türkiye’yi bilmem kaça katlayan çok sporcu var ama hiç girmeyelim derim)

Kendi soruma kendim cevap vermişim aslında. Az üstte. Üşenenler için aşağıya kopyalıyorum:

Bizdeki 95’lilerin harıl harıl SBS’ye hazırlanmaktan yüzmeyi bırakın banyo yapmaya bile vakit bulamadığı 2008 yılında Pekin olimpiyatları için yapılan seçmelere katılmış

Bu liseli bu ülkeyi tek başına 5’e katlar çünkü çocukluğundan beri bu işin içinde. Yüzmeden gidelim, çocukluğumuzda açılmayalım korkusuyla ailelerimiz bizi o yaşta bile dizimize gelen derinlikte yüzdürürdü ancak. Ya da babamızın kucağında olurduk. Havuz bulmamız mucizeydi, bulsak bile pis diye girmezdik. Bu da kullanıcı hatası aslında ya neyse.

Ayrıca biraz daha ileride okulun başlamasıyla her çocuk “mayıştan haber ver mayıştan” sloganıyla sınav üstüne sınava sokulur ve eşek gibi çalıştırılır bizde. Yüzücü olup napacaktır canım, adam gibi müyendiz olsun memur olsun masa başı işte çalışsın dimi? “Yapma demiyorum hobi olarak yine yap” da bunda etkendir.

Hadi diyelim bir şekilde önünüzdeki engeller aşıldı ve siz artık bir profesyonel sporcusunuz. Artık yüzücü mü olursunuz masa tenisçisi mi atlet mi bilemem. Bu sefer de önümüze mental sorunlar çıkıyor. Her ne kadar bunu bahane olarak kullandıysa da Hiddink çok da boş şeyler söylemiyordu milli takımın her rezilliğinden sonra.

Amatör ruh asla kötü bir şey değildir ancak sahneye çıktığınızda profesyonel olmalısınız. Robot gibi davranmayıp savaşmalı, mücadele etmelisiniz ancak yaptığınız yanlış ya da elde ettiğiniz başarısız sonuç sonrası da sakin kalabilmelisiniz. Gerekli çabayı gösterdikten sonra 100m engelliyi 3 saatte de tamamlasanız vicdanınız rahat olur ve ülkeniz sizinle gurur duyar. İşte bütün mesele bu.

Tek başına yetenek yetmez, mental olarak gelişmelisiniz ve Türkiye’nin en büyük sorunu da budur.

Yetenekten başlayalım, mesela Arda Turan aktif futbolcular arasında en yetenekli Türk futbolcu ancak hareketleri şovenist, çok ve boş konuşuyor yaptığı açıklamalarda. Gereksiz antipatikleştiriyor kendini. Süreyya Ayhan’ı liseliler bile hatırlıyordur mesela, o değil miydi rüzgârın kızı, törkiş forrest gump (koş süreyya koş reklamından hareketle)? Tüm başarıları özel hayatında yaptıklarının gölgesinde kaldı.

Profesyonellik, sadece federasyondan çıkarılan bir lisansla olmuyor. Yaptığınız sporu yaşam tarzına dönüştürebildiğiniz ölçüde profesyonelsiniz. Ve yurdum sporcularında buna pek sık rastlayamıyoruz malesef.

Anlatmaya çalıştığım şeyleri şöyle toparlayayım: Küçük yaşlardan itibaren spor sevdirilmeli, özendirilmeli ve tüm yaş grupları için yaygınlaştırılmalı; spor dünyasına adımını atan kişilere sporcu psikolojisi aşılanmalıdır, o zaman madalyalar geleneğe dönüşebilir.

Umarım o günleri görebiliriz bir gün, ama Türkiye’de Missy Franklin ile aynı yaşta olan yüzbinler YGS’ye hazırlanıyor olacaklar bu yıl. O yüzden bu pek yakın zamanda olmaz.

Konuyu nereden nereye çekmişim, son bir şeyler söyleyip kapatayım asıl konuyla ilgili:

Missy Franklin umarım gelecekte başarılarını artırarak sürdürür. Jenerasyonumun bir efsane çıkarması çok hoş olur.

 

 

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Need for Speed Most Wanted 2012

Need for Speed, bir dönemin efsane yarış oyunu serisi, Most Wanted’dan bu yana efsane bir yarış oyunu serisine yakışır oyunlar içermiyor.

Underground serisinin çakması, kendi adıma gelmiş geçmiş en kötü PS3 oyunu ilan ettiğim Carbon, genel görüşün aksine simülasyon olması nedeniyle sevdiğim ve yine genelin aksine keyif aldığım ProStreet, eski günlere dönüyoruz deyip fos çıkan Undercover, ProStreet’ten daha başarılı bir simülasyon olmasına rağmen underrated kalan Shift, altından başarıyla kalkılan remake Hot Pursuit (MW sonrası en iyi oyun olduğunu düşünüyorum), Shift’in oynamadığım devamı ve film gibi (oynanış süresi bakımından) The Run’dan sonra, EA artık serbest düşüşteki seriyi diriltmenin tek yolunun remake’ler olduğunu kabullenmiş olsa gerek. Şimdi, 2000’li yılların en iyi NFS oyunu Most Wanted’ı remake etmeye kalkarak büyük bir kumar oynuyorlar, ya batar ya çıkar durumu.

İyi haber, oyunu Hot Pursuit’i başarıyla remake eden Criterion Games geliştirecek. Kötü haber, firmanın Hot Pursuit’teki başarısının beklentileri yükseltmesi. Oyun güzel olsa bile underrated kalabilir. Tabii firma aynı başarıyı yakalayabilir mi, oyun beklenenden bile daha başarılı olur mu yoksa fos mu çıkar falan bunları konuşmak için çok erken daha, hele bi oyun çıksın bi oynayalım.

Oyun hakkında elimize geçen bilgiler şunlar:

Prensip olarak ilk Most Wanted’la aynı olacak, bir blacklist’imiz var ve oradaki elemanları tokatlaya tokatlaya zirveye ulaşacağız. Bu oyundaki blacklist’in daha detaylı olacağı söyleniyor.

Yine ilk Most Wanted’daki gibi open world olacak. Oyun büyük bir şehirde geçiyor, Hot Pursuit’teki gibi arabayı kenara çekip manzaraya dalıp bira içilecek mekânlar yok.

Oynanış videosuna ve E3 tanıtımına bakacak olursak font, sürüş, grafik olarak Hot Pursuit’i andırıyor ama.

Hasar alma var ama 310’la giderken duvara toslarsanız motorunuz yanmıyor, sadece aracınız hurda bir görünüme sahip oluyor.

Henüz söylenti boyutunda ancak modifiyenin de oldukça detaylı bir şekilde geri döneceği kulislerde konuşuluyor (bu ifadeyi hep cümle içinde kullanmak istemiştim bugüne kısmet oldu).

Özet: MW1 ve HP’nin bileşimi bir oyun bizi bekliyor.

NFS oynayan arkadaşlarınızla oyunlarınızı birleştiren, en iyi hanginiz oynuyor sorusuna cevap arayan Autolog sistemi bu oyunda da var. Birkaç ay önce single player’daki derecelere göre arkadaşlarınızdan Blacklist oluşturacak ve aynı prensiple sırayla arkadaşlarınızı tokatlayacaksınız diye okumuştum adını hatırlamadığım bir sitede, mantıklı gibi ama saçma gibi de, bilemedim şimdi.

Oyun Avrupa’da 1 Kasım 2012 tarihinde satışa sunulacak. PC, PS3, PS Vita, XBOX 360, iOS ve Android sahibi herkes oynayabilecek. Eğer şimdiden sipariş verdiyseniz, Masserati GT McStradale ve aşağıda capsini görmüş olduğunuz Porsche 911 Carrera S’in sahibi olacaksınız.

Sonuç olarak, Hot Pursuit ile hareketlenen NFS serisinin gerileme döneminden kurtulması için büyük bir şans bu yeni oyun. Umarız işe yarar. Eğer işe yararsa bence EA’nın seriyi tümden Criterion’a emanet etme vakti gelmiş demektir.

 

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Lollipop Chainsaw

Ana karakteri kız olan filmleri, kitapları, oyunları çok seviyorum, ana karakter kızsa bendeki puanlarına daha elime geçmeden bonuslar ekliyor eser. Bir ergenin godoş vampir gıcık kurt ikilemini, hoşlaştığı erkeği kaptılar diye cat fight başlatan liselileri anlatan eserler dahil değil buna, ancak ergene hitap eden eser kendini 40 km’den belli ettiğinden içlerinden rahatça ayıklayabiliyorum. Rahatça ayıklayabilmemin bir sebebi de aslında, bu tür eserlerin ne yazık ki çok az olması. Bir dişi karakter varsa, genelde sex sells prensibi doğrultusunda vardır, ya da hedef kitle 13-17 yaş arasıdır. Artık (Hollywood özellikle sen dikkatle dinle burayı) dişi kişilerin sanat eserlerinde daha derin ve daha önemli rollerde olmaları gerekiyor.

Neyse konuyu şuraya bağlayacağım, Suda51’in (Goichi Suda) yeni oyunu Lollipop Chainsaw, yaklaşık 1.5 ay önce oyunseverlere merhaba dedi ve ben, ana karakterimizin kız olduğunu duyunca bu oyunda kilitlenip kaldım. Hemen şöyle küçük bir araştırma, ve bam! Sex sells prensibiyle oluşturulmuş liseli bir kız: Juliet Starling. Üstelik zombi kesiyormuşuz. Ancak oyunda Juliet’i görmemle fikrim değişti bir an, o ne güzellik lan öyle dedim, cheerleader klişesinden tiksinmeme rağmen. Hatta daha da ileri gideyim, gerçek modeli de seksi yönüyle ön plana çıkıyorken bu kız baya bildiğiniz masum lan (Modeli Jessica Nigri ile kıyaslandığında tabii, yoksa o kadar da değil, küfür falan ediyor zombilere). Patates modelli Lara Croft’u hatırladım bir an, nereden nereye anasını satayım lan dedim, Buffy keşke şimdilerde çekilseydi de bir şirket oyununu yapsaydı şunun dedim (Aslında hâlâ yapılabilir, classics mlassics diye pazarlarsın başarısız olmazsın).



Evet sanat dünyasında kadınlar ve Juliet abla üzerine fikirlerimi de beyan ettikten sonra oyun incelememe başlıyorum. Lollipop Chainsaw’ın konusunu şu şekilde özet geçebilirim: Juliet, okuduğu okul zombi baskınına uğrayan bir kız. Okulda zombileri gördükten sonra tabana kuvvet eve kaçmasını beklersiniz, ama bu alıyor eline testereyi girişiyor zombilere. Şaşkın bakışlarımızla izlerken bunun ailesinin zombi avcısı olduğunu öğreniyoruz, evet ben özet geçince saçma oldu ama spoiler olmasın diye detaya girmiyorum, oyun bağlıyor bu konuyu zaten. Oynanışa dönüyorum.

Oyunun adından da anlayabileceğiniz üzere testereyle zombi kesiyorsunuz. Bir cheerleader’in en güçlü silahı olan ponpon da kullanılabiliyor zombilere karşı. Lollipoplar ise sağlığımızı yükseltmeye yarıyor.
Kuru kuru “testereyle zombi kesiyoruz” dedim diye zannetmeyin ki öyle gelişigüzel kesiyoruz zombileri. Atlama zıplama hareketleriyle vuruşları kombine ederek izlemesi ve yapması çok zevkli bir ton combo yapabiliyorsunuz. chop2shop.zom’dan (Juliet hanım kızımız alışverişlerini bu internet sitesinden yapıyor) satın alınabilen skill’ler ile yeni combo’lar, dövüş stilleri aktif edilebilir. Kısacası, upgrade merkezimiz bura.


IE6 terk.

Oyunumuz düz bir çizgi şeklinde ilerliyor. Sandbox seven biri olarak malesef bunu oyunun eksilerine yazıyorum. Ancak türevi oyunlara göre nispeten orijinal bazı atraksiyonlar ve quick time events artı hanesine yazılabilir. Bir diğer önemli artısı, oyun kendine has bir atmosfer yaratmayı başarmış. Yazının başında da değindiğim gibi Juliet başta olmak üzere gerçekçi ve detaylı modellenmiş herkes, grafikler ahım şahım değiller ancak yeterince iyiler.

Bir diğer önemli unsur da senaryo. Evet zombiyle tepişen cheerleader kesinlikle çok orijinal bir fikir oraya değinmiyorum, vasat bir olay örgüsü var zaten beklendiği üzere. Ancak oyunun diyaloglar 10 numara, sesli güldürebiliyor zaman zaman. 18’lik Juliet’i 40’lık Tara Strong’un seslendirmesini saymazsak seslendirmeler de olmuş. Gerçi bizde de liseli dizilerinde 30’luk çınarlar oynuyor pek eleştirebilecek durumda değiliz.


Mümkün olduğunca özet geçtğim incelememi burada bitiriyorum. Oyun hakkındaki görüşlerinizi yönelendirmek istemediğimden yazıyı mümkün olduğunca kısa tuttum; oynayın, araştırın, kendi fikrinizi geliştirin. Oyunu merak eden PS3 veya XBOX 360 sahipleri alıp oynayabilirler, PC versiyonu bulunmamakta oyunun. Kesinlikle kötü bir oyun değil. 7 gider benden. Yine de Juliet kalitesinde modellenmiş hanım kızlarımızı ileride özgür oynanışlı sandbox oyunlarda ve daha derinlikli senaryolarda görmek dileğiyle. Oyun lan altı üstü demeyin, edebi sıfatına layık denebilecek kalitede oyunlar o kadar çok ki…

20 Haziran 2012 Çarşamba

EURO 2012’nin Gerçek Güzellikleri

Futbolda olmasa bile tribünlerde bize güzellikler sunabilecek bütün ülkelerin elenmesi çok acı. Polonya, Rusya, Danimarka, Hollanda, Hırvatistan, Ukrayna ve İsveç’ten bahsediyorum ki Polonya ve Hollanda dışındakiler futbol olarak da hak etmişlerdi. Çeyrek finalistlerimiz futbol izlemeyi sadist bir işkenceye çeviren Yunanistan, pozitif futbol oynamanın suç sayıldığı İtalya, çocuğunu kesen futbolun babası İngiltere, her tarafından antipati akan Fransa falan. Olm böyle turnuva mı olur lan?

Şu manzarayı görüp Ukrayna’nın elenmesine üzülmeyen? (arkadaki eleman Ankaragücü forması giymiyor, hayır)

Şanlı Polonya taraftarının 2 neferi. Çok acil Erasmus kazanmak lazım.

Zaten Johan Elmander ve Lisbeth Salander sayesinde sempati duyduğum İsveç’e sempati katlama sebebi. Så vacker (isç. çok güzel).

Çeyrek finallerden itibaren takımların, dikkatlerimizi tribünlere yöneltemememize yol açacak kalitede bir futbol sergilemeleri dileğiyle…

One love ma breda.

16 Haziran 2012 Cumartesi

Kezban Hunter

Şu adreste ikamet eden ibretlik bir blog mevcut: http://kezbanhunter.blogspot.com/

Buradaki manzaraları gördükçe EURO 2012 maçlarında kameralar tribünlere odaklansa da biraz futbolun “güzelliklerini” görsek diye beklemek de biir mecburiyete dönüşüyor.

Fazla uzatmayayım, fikir sahibi panpalara tebrikler. Güzel blog olmuş. Yüzler sansürlü de olsa 3. şahıs ifşasından dolayı başlarının belaya girme ihtimali bulunuyor, umarım öyle olmaz.

5 Haziran 2012 Salı

Ne Kadar Kezbansınız Testi

Malum bu aralar ismi Selin, Burcu, Birgül falan olan ruhu Kezban liseli ve üniversiteliler ortalıkta kol gezmekte. Biz (ben) de gerçekten göründüğünüz gibi misiniz yoksa rujların, farların, fondötenlerin, parfümlerin, saç boyalarının altında tam bir Kezban mı yatıyor bir anlayalım bakalım diye bu testi hazırladık.
En doğru sonuçlar için testi dünyadan izole olarak, tamamen kendinizle başbaşa çözünüz. Başarılar. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz. Cevaplarınızı kodlamayı lütfen unutmayın.
1-Yabancı bir erkek size doğru yanaşıyor, tepkiniz?
a)beklerim bakalım ne diyecek                                                             
b)rahatsız oldum ama çaktırmıyorum
c)yüzsüz sapık cık cık cık
2-En sevdiğiniz erkek ünlü hangi tanıma daha çok uyuyor?
a)tipi düzgün, orta yaşlı, sanatçı ruhlu
b)aksiyon filmlerinin aranan ismi
c)adonisli, renkli gözlü, popüler kültür ikonu
3-Sevgilinizin/kocanızın maddi durumu ne kadar önemli sizin için?
a)bizi ayakta tutsun yeter, fazlasına da hayır demem
b)paragöz değilim ama hayat zor, ne kadar çok o kadar iyi
c)aşk karın doyurmaz, para konuşur bu devirde
4-Çevrenizdeki kızların sizle ilgili düşünceleri nasıl?
a)genel olarak sevilen biriyim
b)bir sorunum yok kimseyle
c)kıskanıyorlar, çekemiyorlar
5-Sevgilinizin karşı cinsten arkadaşlarıyla ilişkisi?
a)bundan daha doğal bir şey olamaz
b)görüşmesin demiyorum ama dikkatli olsun
c)varlıklarından kesinlikle rahatsızım
6-Can Yücel?
a)değerli bir şairimiz
b)ünlü bir şairimiz
c)aforizma üstadı, twitter kullanıcısının başucu kaynağı
7-Sevgilinizin Facebook şifresi?
a)isterse kendisi söyler, istemezse beni bağlamaz
b)ısrarcı olmam ama söylese iyi olur
c)şifre karşılıklı güvenin göstergesidir, söylemek zorunda
8-Bir ilişkiye henüz başladınız? Ne yaparsınız, neler hissedersiniz?
a)dünya gözüme çok güzel gözükür, içim içime sığmaz, mutluluğumu paylaşacak birilerini ararım
b)mutlu olurum, en yakın arkadaşlarımla sevincimi paylaşırım
c)ilişki durumu yaparım, diğer erkekleri feysten silerim, he tabi bi de şifresini alırım
9-Nasıl bir cep telefonu tercih edersiniz?
a)ulaşabilmemi ve ulaşılabilmemi sağlasın yeter, seçici değilimdir
b)kamera, müzik, internet gibi fonksiyonları da tatmin edici düzeyde olmalı
c)bir meyve ismi taşımalı (apple, blackberry)
10-Sevgilinizle randevularınız nasıl geçer?
a)ikimizin de hoşuna gidecek bir aktivite yaparız
b)akşamsa pahalı bir yemek, öğün arasıysa bir cafe’de salata
c)ben mango, bershka vitrinlerini arşınlarım; o da çantamı taşır ve giysim hakkında fikir verir
11-Twitter?
a)insanların kolunu kaşısa birilerine bildirdiği bi site
b)ünlülerin kolunu kaşısa birilerine bildirdiği bi site
c)kolumu kaşısam birilerine bildirdiğim bi site
12-Facebook’ta tanımadığınız bir erkek sizi ekliyor, aynı ortamda bulunmuşluğunuz var, aynı okulda/işyerindesiniz ama tanımıyorsunuz?
a)kabul etmemem için bi neden yok
b)etsem mi etmesem mi muallaktayım
c)ederim ama bi şey yazmaya kalkarsa bitti o çocuk
13-Sevgilinize sizi belli bi zamanda aramasını söylediniz, aramadı, tepkiniz?
a)bir dahaki görüşmemizde nedenini sorarım, gerekli açıklamayı yapacaktır
b)arayıp nedenini sorarım, söylemezse kendim bulurum
c)buna çok pişman olacak, çok
14-Sevişirken ne kadar aktifsiniz?
a)bunun karşılıklı bir eylem olduğunu bilir ve ona göre davranırım, kontrolü ele almaktan çekinmem
b)kontrolü erime bırakırım benden aksi istenmediği sürece
c)üff snne be slk .s.s
15-Müzik zevkiniz nasıldır?
a)müziği severim, türler arası ayrım pek yapmam
b)hafif rock, gothic iyidir
c)pop/rock
16-Erasmus programı ile değişim öğrencisi olarak yurtdışına çıktınız, ne yaparsınız?
a)yeni bir ülkedeyim, uyum sağlamaya ve tanımaya uğraşırım
b)türkiye’dekileri arayıp ıcığını cıcığını anlatırım
c)"uppsala akşamlarııııı :):)"
17-Hayalinizdeki düğün?
a)ailem ve yakın dostlarımla birlikte, keyifli bir düğün
b)ambiyansı güzel bir ortamda kalabalık bir düğün
c)7 düvelin katıldığı şatafatlı bir düğün
18-Gelecek için bir hayaliniz var mı? Varsa hangisi bu hayali tanımlamaya daha yakın?
a)bir sahil kasabasına yerleşip sakin bir yaşam sürmek
b)tipi düzgün, maddi durumu iyi bir erkekle evlenip mutlu bir yaşam sürmek
c)barcelona’da pembe panjurlu pastane açmak
Test bitti. Cevaplarınızı kontrol ediniz.

Kodlamanızı da tamamladıysanız, şıkka göre kişiliğinizi tespit ediyorum, arka sıra iyi dinle.
A’lar çoğunluktaysa, siz eğlenilecek değil evlenilecek kızsınız. Belki dünyanın en mükemmel kızı değilsiniz fakat şu ülkede elinize su dökebilecek başka bir kız yok. Sizi yetiştiren anne-babaya saygılarımı sunuyorum.
B’ler çoğunluktaysa siz eğlenilecek kızdan evlenilecek kıza geçiş formusunuz. Kezban prototipine tam olarak uyduğunuzu söyleyemem, fakat içinizdeki Kezban’a zaman zaman yeniliyorsunuz.
C’ler çoğunluktaysa, isminizin sonu –su ile bitiyor fakat ruhunuz tam bir Kezban. “üff snne be slk .s.s” sizin için bir yaşam felsefesi, vermeniz için elinize bir adet mango poşeti tutuşturulması gerekiyor sevgiliniz tarafından, ve şu anda benim için “sen kim oluyorsun ki yaa” diyorsunuz.
Eşitse, iki tarafa da nötr bir kızsınız.
Bitiren çıkabilir.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Geliyoruz

Hayat henüz bitmedi. Angaryaları da onunla birlikte son hız sürüyor. Emeklilik yaşına bakılırsa daha çok zaman var.

Gelecek yıl yükseköğretime geçme sınavı vereceğim, son rahat günlerimi geçireceğim bu yaz tatilinde. Bol bol yazacağım konu fark etmeksizin, ölüm yaklaştığında kafada birikiyor birçok şey.

Bloguma üvey evlat muamelesi yaptım. Özensiz, anlık gazla, aklıma gelen ilk şeyleri yazdığım, bütünlükten uzak, vasat altı yazılar yazdığımı düşünüyorum şu ana kadar. Bu yaz boyunca insanüstü bir uğraşla hazırlayacağım yazılarımı, planım bu.

Hayatımın son rahat yazı başlamak üzere.

Let the summer begin.

Katy Perry’ye Açık Mektup vol 2

Sevgili Katy, naber lan?

Daha bugün fark ettim yeni şarkı yapmışsın Part of Me diye, mağara soğuk değildi sen sormadan söyleyeyim. Sözlerine bi baktım da, ibretlik bir Kezbanlık örneği sergilemişsin diyebilirim tam boşanma üstüne böyle bi şarkı yaparak. Söyleyeyim dedim, öylesine.

Klibin zaten rezalet. Bak samimiyiz diye böyle konuşuyorum alınma panpa, dost meclisi bura. Sevgilisinden ayrılıp orduya katılan kız he? Yapma etme, pes oluyor 2013… Hayatımın en iğrenç 4 dakikasını bana yaşatacak kişinin sen olacağını söyleseler neremle gülerdim bilmiyorum. İddaa 5000000000 oran açardı lan sana. İyi ki de açmamış iflas edermiş şayet.

Buralara birkaç ay önce yazmıştım, efsane olabilecek potansiyelin varken harcama kendini, sen bir Rihanna değilsin, bir Lady Gaga hiç değilsin demiştim. Güzellik desen var, ses desen var, şarkılar desen pop denen sikimsonik müzik türünün (kişisel görüşümdür zevkler renkler diye sırtarmayınız) en elle tutulur şarkıları, harcama kendini şu sabun köpüğü şöhret için demiştim.

Ben okul sıralarına, defter köşelerine renkli kalemlerle “in another life hebele hübele”, “i was June and you’re my Johnny Sins” yazıldığını gördüğümde ayar oluyorum. Allah korusun Circle the Drain’e klip çeksen “wanna be your lover not your fucking mother” diye durum güncellemesi gelecek lan.

Popüler olma demiyorum, kendini kapat kliplerin birkaç milyonu geçmesin hiç demiyorum. Popüler kültür ikonu olmandan rahatsızım. Birkaç yıl sonra piyasanı büyük ölçüde kaybedecek olmandan rahatsızım. Ben seni keşfettiğimde kendi ülken dışında fazla tanınmayan, 7 yıl önce çıkardığı gospel albümünden sonra ilk kez albüm çıkarmış biriydin. web sitende telefon numaran vardı liseliler bilmez, sesli mesaj bırakmıştım sana kol böreği tadında telefon faturasını göze alarak, oralar eskiden dutluktu.

Artık bu durum büyük ölçüde değişti, artık telefon numaran yok. Yaş ortalaması 17-18 olan bir hayran kitlen var, 2 albümün var, falan filan. Kliplerde, fotoğraflarda falan malesef cinselliği ön plana çıkarır oldun bu süre içinde, bunun dışında bir eksiğinin olmaması sevindirici. Pardon bi de şu vardı: http://www.imdb.com/media/rm773818112/nm2953537

Şimdiye kadar hiçbir şekilde uyuşturucu, alkol ile adın anılmadı, şarkıların baya sağlam, kaliteli müzisyenlerle çalıştığın belli. Klipler de iyi. Kim Kardashian’ın meme şubesinden çok daha fazlasısın. Katy Hudson günlerine geri döndüğünde çok daha iyi olacaksın, umarım o günler de gelir bir gün.

Sana senin hakkındaki düşüncelerimi özet geçtim. Popüler kültürün tükettiği tanrıçalardan biri haline geldiğinde, ben hâlâ yanında olacağım. Hâlâ popüler olsun olmasın tüm şarkılarını aynı zevkle dinliyor bulacaksın beni. Öyle bir günün geleceğine inanıyorum ama gelmeyeceğine dair umudumu da koruyorum. Potansiyelini senin de görüp kültleşebileceğini, belki de müzik tarihine geçeceğini umuyorum hâlâ. Kısacası yanılmayı umuyorum, hadi yanılt beni.

Lütfen lan.

Yours truly, kisses bla bla bla

Not: Justin bebesine fazla yüz verme.

Not 2: Russell Brand’la ayrılmayaydınız iyiydi.

Not 3: Sakın Circle the Drain, Peacock ve Who Am I Living For’a klip çekme. Bu rica değil emirdir.

29 Nisan 2012 Pazar

29 Nisan 2012 iddaa Tahminleri

376 Bucaspor – Göztepe: Bucaspor’un play-off şansının artık pek kalmadığını söylemek yanlış olmaz. Göztepe ise bu maçı da kaybederse küme düşme korkusunu yakından hissedecek. Galibiyete her iki takım da ihtiyaç duyuyor. Bucaspor’un kazanacağını düşünüyorum fakat riske girmek istemeyenler KG var diyebilirler.

MS 1 2.75

392 Celtic – Glasgow Rangers: Bu maçla ilgili uzun uzun konuşmaya gerek yok. Rangers’ın silinen 10 puanı Celtic’i haftalar önceden şampiyon yaptı. İskoçya’da dün oynanan maçlar bol gollü geçti. 2 takımın da sırası belli, rahat oynayacaklar. İdeal seçim 4-6

TG 4-6 2.60

408 Djurgården – Kalmar: 2 sempatik İsveç takımı karşılaşıyor. İskandinav liglerine taraf bahsi oynayan kaybetmeye mahkumdur fakat alt-üst bahislerinde veya toplam gol tahminlerinde nadir yatırır. Taraf olarak Djurgården alır diyorum ancak Kalmar öyle kolay karşınıza alabileceğiniz bir takım değil. TG 2-3 verin, rahat edin.

TG 2-3 1.70

414 Basel – Lausanne: Basel şampiyonluğu garantiledi ama hâlâ kazanıyor. Lausanne küme düşmemeyi garantilediğinden çok rahat. Sistem kuponu bankosu olarak Basel’e basarsınız.

MS 1 1.05

23 Nisan 2012 Pazartesi

El Spastico | Galatasaray 1-2 Fenerbahçe

Futbolu ilginçleştiren fakat aynı zamanda da antipatikleştiren bir özelliği adaletsiz olması.

Gelene geçene 5-6 atar finale yürürsünüz, ama o finalde yiyeceğiniz tek bir gol sizi kaliteli futbolunuzla beraber tarihe gömer, unutulursunuz.

İzleyenlere zevk veren futbolunuza rağmen 1 gol atıp etten duvar ören bir takıma elenirseniz, yıllar sonra o turnuvadan laf açıldığında o etten duvar ören takımdan bahsedilir.

1857 şutunuzun biri gol olur, rakibiniz 2 kere gelir 2 gol atar, ama siz kaybeden taraf olursunuz.

3 büyük takım taraftarlarının %80'den fazlası yaşı fark etmeksizin liselidir, ve bana "kılıf arama", "ağlama melis" diyecek olanlar için Fenerbahçe'yi tebrik ederek başlıyorum. En azından Volkan ve Bekir bir tebriği hak ediyor.


Galatasaray oyun felsefesi belli bir takım, bu felsefeyi de başarıyla uygulayabilmesi normal sezonda 9 puan fark atmalarını sağladı zaten. Bu maçta da bu felsefeyle oynadılar, ancak normal bir maçtaki mücadelenin birkaç kat fazlasını sergileyerek. Çok hırslıydılar, Fenerbahçe'yi sahaya gömülürken görmek için yıllardır bekleyen Galatasaray taraftarları sonuca rağmen maçı izlerken zevkten 4 köşe olmuşlardır. Beraberliğe yatsalar şampiyonluk olasılığı %80'leri geçecekti, Beşiktaş ve Trabzon yetenek olarak da mental olarak da bu 2 takımın kat kat gerisinde olacağından sonuca bir etki yapabileceklerini sanmıyorum. Ama iyi ki de yatmamışlar.

Fenerbahçe yokları oynadı, Volkan olmasaydı o 6-0 6-0 diye çığırtkanlık yapan liselilerin ağzına acı biber sürerdi Galatasaray. Orta sahayı dağıttılar, defansı ise Muslera'nın "20 dakika elime top değmedi" açıklaması özetliyor zaten. Ama olmadı, olmadı, olmadı. Olmuyor lan işte.

4 sene üst üste şampiyon olurken, Avrupa devlerine kök söktürürken de olmamıştı. Bugün Avrupa'nın kalburüstü bir takımını izliyor hissiyatı verecek bir kadro oluşturmuşken, defanslar hariç 10'dan aşağı golü olmayan adamlardan kurulu bir takımken ve Fenerbahçe'ye sadece 4 pozisyon vermişken de olmuyor.

Maç üzerine fazla konuşmaya gerek yok. Maçı izlemedim, TFF-Digiturk-Spor Toto üçlüsüne uyguladığım boykot kapsamında. Aşağıda kahveden spikerin sesi geliyordu, oradan dinledim. Boykotun sebebi birçok futbolseverinkiyle aynı, play-off. Şu saçma sapan play-off sistemi hâlâ saçma, Dragon Ball'ı çağrıştıran bir logo ve yapılan reklamlar bu gerçeği değiştirmiyor. Ve şimdi normal sezonda derbi kaybetmeyen biz, 9 puan fark takan biz, bu maçta böyle saçma sapan bir mağlubiyet aldık diye hak ettiğimiz bir şampiyonluğu yitirebiliriz. Adam adam söylüyorum, Fenerbahçe bizim yerimizde olsa ben şapkamı önüme koyar ve "Bu şampiyonluk bizim hakkımız değil" der ve olası şampiyonluğumuza haram gözüyle bakardım. Şampiyonluktan şüpheli miyim? Evet, bunun sebebi takımıma güvenmemem değil, Fenerbahçe maçlarında metafiziksel olaylar olması. Ama umarım bu kez metafizik de kurtaramayacak onları.


Maça dönecek olursam, benim açımdan güzel şeyler de vardı, dünyada eşi benzeri görülmemiş koreografimiz gibi. 1 gün önce oynanan El Clasico ile olağanüstü benzerliğe de dikkat çekmeden geçemeyeceğim, ilk golün dakikasına kadar aynıydı 2 maç da. Tek fark, bu maça dünya ilgi gösterirken, bizim türlü yaygaralar kopardığımız bu maç sadece bizim ülkemizde bu kadar ciddiye alınıyor, "dünya kulübü" sandığımız takımların dev derbilerine dünya bir El Spastico gözüyle bile bakmıyor...

4 Şubat 2012 Cumartesi

The Vampire Diaries vs. The Secret Circle

My sweet Cassie, you find this means I’m gone, and for that I am so sorry. I didn’t want you to have this life, but destiny’s not easy to run from. I hoped that keeping this secret would keep you safe, but all I’ve done is left you unprotected. You have incredible power inside you. People will come for it. They will come for you.
Cassie’den sonrasını okumayıp direk buraya atlayabilirsiniz. Başlamadan önce The Secret Circle’ın 10 saniyelik, ilkokul müsameresinden kaydedilmiş izlenimi uyandıran theme müziğini dinlemeniz önerilir, buyrun.
Stephenie Meyer sağolsun, 2 yıl kadar önce ortalık vampirli romandan diziden geçilmiyordu, doğal seçilim sonucu bugüne kadar ayakta kalabilenleriyse True Blood (rezalet ötesi bir kitaptan uyarlama olup da bu kadar başarılı olmaları gerçekten takdir edilesi) ve Vampire Diaries oldu. Vampire Diaries’in romanlarının yazarının diğer kitap serisi de The Secret Circle idi. Okumadım tabii ki ancak ikisini kapıştırsak ve iddaa’da kupon yapacak olsam tüm paramı bu seriye basarım.


Neyse, birkaç ay önce cnbc-e’de TBBT’nin başlamasını beklerken gözüme tanıtımı çarptı, lan bizim The Secret Circle’ın da dizisini yapmışlar. Neyse çok güzel bi kız vardı tanıtımda, sarışın, iddaa oranı boylu, renkli gözlü, bir an bi büyülendim, zaten en fazla 20 yaşındadır boyu da benden kısa farkı kapatır evlenirim ben bunla diye bi hayallere daldım 1-2 saniyeliğine, ama sonra “bu kasabada cadıların borusu öter” lafını duyunca hayallerim yıkıldı.


Böyle kızları neden böyle filmlerde dizilerde oynatırlar lan? Kristen Stewart örneği karşımızda, küçükken wonderkid deniyordu, Twilight serisinde oynadı oyunculuğu unuttu resmen. Ağız hep açık, hep aynı surat ifadesi, ağızdan kerpetenle laf alınması (madem konuşmayacaksın niye açık tutuyorsun?) falan. İnşallah Dakota Fanning’in başına aynısı gelmez, çok daha küçük bir yaşta böyle bir filmde oynama talihsizliğiyle karşı karşıya kaldı.


Diziye dönüyorum. Bu diziye şans verecek olmak bile Supernatural’a ana avrat küfretmekti. Ama neyse, o kızın hatrına bir şans verilecekti. Aslında sonradan gördüm ki hiç fena bir dizi değilmiş türevlerine göre, Shelley Hennig de çok güzel bir kız (Louisiana’lıdır kendisi, bir önceki posta onun da mı resmini eklesek napsak), ismi Feritsu falan olan bir kız olmuş olsaydım feysbukta Thomas Dekker, Chris Zylka capsleri paylaşabilirdim hatta belki de, ama her şeye rağmen hâlâ sadece Brittany Robertson için izliyorum.


İlk bölüm itibariyle az çok beklediğim manzarayla karşı karşıya kaldım. Kasabaya yeni gelen asosyal sorunlu kız, hemen ona sulanan bir oğlan, “sen cadısın” demek ve “hadi lan ordan” tepkisi. Şu senaristlerde veya yazarlarda da hep bu ibretlik mantık hatası vardır zaten, lan günde 3 porsiyon Sihirli Annem izleyen çocuğa sen cadısın büyücüsün içine ecinni girmiş desen inandıramazsın. “We’ll show you something very interesting” diyerek akabinde büyüyü yapmak bence daha mantıklı, ayrıca en mantıklısı bence herkesin her şeyi bildiği bir ortamda başlatmak diziyi. Neyse sallayın, Cassie sonrasında çok özel bi güç olduğunu, iyiyle kötünün arasındaki mücadelede kilit rol falan olduğunu öğreniyor, gerçekten baya orijinal bi konu yani (!)
Spoiler olmasın, izleyecek olanınız varsa gitsin izlesin diye konuya çok fazla dalmak istemiyorum, ilk bölümün %90'ını yumurtladım şimdiye kadar kusura bakmayın. Artık oyuncuları, karakterleri, efektleri, buna benzer şeyleri yorumlayacağım mümkün olduğunca.


Konu olarak şu aşamada sınıfta kalmış bir dizi, devamlılık yok en başta. İlk bölümlerde çokça “kontrolsüz güç güç değildir” vurgulanıyordu, sonra bi demon muhabbeti çıktı, sonra da avcılar geldi. Kurgu mükemmel ama, o kurgu üzerine derinlemesine karakter analizlerine girişilebilir, hatta bir Harry Potter olamasa da (olan da çıkmaz zaten artık, her şeyiyle bambaşka bir seriydi o) devasa bir büyü evreni ile efsane diziler arasına girilmesi sağlanabilir. He tabii bu karakterlerle nasıl derinlemesine analiz yapacan o da ayrı muamma, şöyle bi özetlerini geçecek olursam:


Cassie: Esas kız bu. İlk bölümlerdeki asosyal, “ben sizden değilim” tavırları sonraki bölümlerde tamamen yok oluyor. Zeki, güçlü kız görüntüsü de eş zamanlı olarak bir ergene dönüşüyor, gerçek yüzü ifşa oluyor. Bu iyi-kötü çatışmalarında kilit rol böyle iPhone, Livea Nipstick (nipstick ne lan tövbe) kızlarına niye verilir anlamam. Brittany olmasa daha devam ederdim de neyse.


Adam: Bu da esas oğlan gibi görünüyor, lakin kası yok adonisi olduğunu da sanmam hiç yakışıyor mu böyle bi diziye? (!) Neyse lan şaka bir yana, loser bir tip. Aşkın bir yerden sonra alışkanlığa dönüşmesinin tipik örneklerinden. Sevgilisini elinde tutmaya çalışıp her boşlukta Cassie’nin ağzının içine bakan bir gavat ayrıca, ısınamadım pek.


Diana: 2. en sevdiğim karakter, güzellik olarak 2 kişilik olarak da 1 gibi görünüyor. İlk bölümlerde zamanla evrilerek kötü ve şerefsiz birine dönüşmesini bekliyordum, fakat görünen o ki öyle olmayacak. Cassie’nin panpası. “Çember 6 kişi, mühürleyek de güçlenek, kralına değil alayına” fikrini çıkartan kişi. Dizinin bize sunmuş olduğu 2. ve son güzellik.


Faye: Kötü, kaşar görünmesine ve çok fazla güce tapar görüntü çizmesine rağmen bence düzgün. Bu yönünü sıklıkla açığa çıkarıyor.


Melissa: Tek fonksiyonu sevişmek olsun diye konulmuş ilk bölümlerde, sonrasında da çok ön plana çıkmıyor. Sığ karakterlerden. He onun da alıcısı oluyor tabii.


Nick: Playboy karakterinin altında yatan temiz aile çocuğu var ve açığa da çıkarılıyor aslında, altında yatmıyor hep. Tipli de bi çocuktu.


Jake: Nick’in abisi, uçlarda bi eleman. En ilginç karakterlerden kesinlikle, Cassie’nin olası manitası. Pis işlere de bulaşmış, iyi mi kötü mü çözülemeyen.


Diğerleri: Freak-show’dan fırlamış yetişkinlerden oluşuyorlar. Az gözükmelerine rağmen hikâyeyi şekillendirmede kilit rol oynuyorlar.


Genel özet bu işte.




Şimdi gelelim bu karakterlere hayat verenlere: Britt Robertson’da biraz Kristen Stewart sendromu görüyorum, şöyle ki ağız sebepsiz açık kalıyor bazen, umursuyor muyum hayır, ama objektif yaklaşırsam bence iyi bişey değil bu.


Thomas Dekker eh işte, rolüne ısınamasam da kötü oynamıyor, he tabi harikalar da yaratmıyor.


Shelley Hennig çok iyi, umarım çizgisini bozmaz. Phoebe Tonkin tam rolünün adamı, tipine bakınca Faye gibi bir kız aklıma gelirdi kesinlikle.


Jessica Parker Kennedy, 1.57’lik boyuyla ve silik, yan karakter statüsünde bir kızı oynaması sebebiyle çok gözükmüyor, gözüktüğünde de anlamsız bir soğukluk var. Louis Hunter çok kısa durdu, bi yorumum yok.


Chris Zylka, bu adam da “Justin Bieber’ın 10 yıl sonraki tipi nasıl olur?” sorusuna cevap. Küçük bir yorum da Adam Harrington’a. Kendisini L.A. Noire’dan tanıyorum, Roy’u seslendirmişti o oyunda. Kendisine ve karakterine büyük sempati duydum, umarım devam bölümlerinde görme şansı yakalarız…




Tabii bu kadar uçuk büyücünün cadının olduğu dizide efektler önemli. Efektler bir Sihirli Annem değil, hatta baya baya kaliteli efektler ateş olsun su olsun. Ama bariz biçimde eksikler şu an, ergen dizisi olduğunu bilse de bir ekşın aramadan edemiyor insan, kan görsek uçma iksir başka bir yaşam formuna dönüşme görsek fena mı olur kuzum? Bir kristal gösterdiniz birkaç da kitap, bu mudur lan? Ben büyücü olsam elime bir kristalle bir kitap verilse gider en yakın cadı avcısına başvurup ötenazi hakkımı kullanırdım. Büyü yapış şekilleri de çok komik, “yağdı yağmur çaktı şimşek” diyecekler utanmasalar yağmur yağdırırken. Gelişime en fazla ihtiyaç duyan yön. Varolan efektler çok iyi. Olmayanlarsa sayıca çok.


Özet: Gelecek vadeden wonderkid bir dizi, doğru hamlelerle çok daha sağlam bir iş çıkarılabilir diye düşünüyorum. Olmazsa da… Brittany ve Shelley, kaçın kurtarın kendinizi. Thomas sen de aslında daha iyi olabilirsin panpa, onlarla kaç.


The Vampire Diaries dedin de hiç bişey göremedik diyenlere: Valla o amaçla başladım da izlemiyorum ki ben onu. Sadece Elena Mystic Falls'ın ortalık malı onu biliyorum. Başka bir blog yazarı da yok ki, farklı alanlarda farklı bakış açılarıyla yazsın, zengin bir içerik oluşsun…

2 Şubat 2012 Perşembe

Galatasaray ve Transfer

Türk takımları yıllardır transfer özürlüsüdür, buraya küçük yaşta gelip de Manchester United’a, Bayern’e falan giden adam yoktur (%99 böyle olur, Ribéry’yi saymadım Galatasaray’a bi faydası olmadı). Buraya gelip istikrarlı bir 3-4 sezon geçirip akabinde para kazandırarak giden yabancı futbolcu da yoktur (%95 böyle olur). Altyapı deseniz zaten kısır, en iyi altyapı denilen Galatasaray’ınkinden çıkanlar da Aydın Yılmaz, Cafercan Aksu falan işte. Yetenek konusunda sıkıntı pek yok da sorun mental. Öyle olmasa genç milli takımlarda 98 kez oynamış Cafercan bugün Boluspor’da 0 kez maça çıkmış biri durumunda olmazdı, Aydın Yılmaz beklenen patlamayı Galatasaray’ın elinde yapmazdı, Emre Belözoğlu da bu kadar liseli davranmazdı, neyse. Konu altyapı değil şimdi.

Türk takımlarının transfer politikalarını mantıklı bulan çok az kişi vardır sanırım. Ligde kalma mücadelesi verenler 20-25 adam toplar takımın dengelerini taramalıyla tarar adeta. Zirvedekiler zaten Football Manager oynuyor gibidirler, alakalı alakasız pek çok transfer yaparlar ve futbolcudan verim alınamadığı gibi yok tazminatını öde, yok kulüp bulama kontenjanı işgal ettir, yok ona küçük sürprizler yap derken baya bi sorunla karşılaşılır %90. Ama son yıllarda ben daha bi başka saçma buluyorum bu transfer politikalarını. Özellikle Galatasaray…

2010 yılında sezon sonu sinyaller verilmeye başlanmıştı, Haziran ayında Serdar Özkan, Ali Turan, Mehmet Batdal falan alınıp sonra 2 ay aval aval bakılmıştı. Dünya Kupası’nda hatırı sayılır piyasa oluşturan Elano’yu satma fırsatı kaçırılmış, çok küçük bir kâr için Keita satılmıştı, gerçi ahlâk olarak Galatasaray’a uygun değildi o da var (!). Son güne kadar beklenip Misimovic ve Insua son gün getirilebilmişti, sonrasında bu transferlerin kaderini biliyor herkes zaten.

2011’e gelindiğindeyse devre arası Beşiktaş’ın Portekiz çetesi kurmasına biraz benzer bir şey yapılmış (aslında 2003-2004 gibi izlenen politikanın yeniden izlenmesi de diyebiliriz), Romanya’da ne kadar biraz sivri adam varsa takıma doldurulmuştu. Stancu az çok takımda oynayabilecek kapasitedeydi, gol de attı ama asla yeterince iyi olmadı. Culio iyi niyetliydi, mücadele etti, ama o da kabiliyet eksikliğinden kaybetti. Zapata’yı ise hiç konuşmadan özetleyeyim:

Türkiye’den gelenlere gelecek olursak, birkaç ay önce Galatasaray’ımıza yakışmayan hareketler yaptı diye Keita’yı göndermişken kelepçe muhabbetini liseli ağızlara pelesenk eden Kâzım en ön plana çıkanıydı. Yekta büyük umutlarla alındı, gelişme gösterebilecek, rotasyona her türlü katkıda bulunabilecek bir futbolcu olarak düşünüldü, geçen sezon transfer olup da hâlâ takımda kalabilenlerdendir, şanssızlıklar yaşamasaydı her şey daha farklı olabilirdi onun için. Sadece şu bile onun ihtiyacımız olan tipte futbolculardan olduğunu gösterir, bu takımın başına ne geldiyse ruhsuzluktan, boşvermişlikten gelmemiş miydi?

Neyse en nihayetinde o iğrenç sezon da bitti, şimdi yeni yönetim, yeni transfer umutları vardı ufukta. Tam da böyle bir ortamda, 16 Haziran günü aniden gündeme gelen “Forlan, Reyes, Ujfalusi Galatasaray’da!!!11!” haberleri ile lan acaba dedirtti insana. Bunların üçü de daha geçen sene UEFA Avrupa Ligi’nde şampiyon olmuş kadrodandı, tecrübesi ve yeteneği üst düzey isimlerdi. Ujfalusi geldi,  yıllık bilmem kaç euro + Gillette Mach 3 Sensitive + yol yemek sgk falan gibi maddeler var sözleşmesinde işte. Reyes geliyor gelecek dendi o kulübünde kaldı, Forlan ise aşk üçgeninin tepe noktasında kalmış bir genç kız gibiydi. Atlético Madrid’de mutluyum kalıyorum dedi önce, sonra Falcao falan gelince çark etti birden, oluyor mu dedik, lan acaba mı dedik, bak oluyor işte dedik, son gün nasıl oldu bilmiyorum Inter’le sözleşme imzalamış kendisi sonra. İnşallah kariyerindeki ödüllere altın bidonu da ekler.

Ve o yaz Galatasaray şöyle ilginç bir şeye de başladı; önce büyük futbolcu ismini ortaya attı, sonra noluyo olm dedirtecek transferler yapıldı. Önce Muslera ismi ortaya atılıp Lauro Junior Batista Cruz adlı bir kaleciyle anlaşıldı dendi, transfere tepki amaçlı açılan http://www.wedontwantyoulauro.com/ hâlâ aktiftir. Neyse ki hatadan çabuk dönüldü de son yıllarda kaledeki sıkıntıya nihayet ilaç olan bir kaleci kazandık.

Forlan-Reyes-Ujfalusi üçlüsünün de sonradan Ujfalusi-Riera-Sercan üçlüsüne dönüştüğünü gördük, bir Lauro tepkisi görmedi ama Forlan-Reyes beklerken Riera-Sercan bulmak biraz hayal kırıklığı oluşturmuştur. Nitekim Sercan bugün hâlâ “lan Manchester United nasıl istemiş olm bunu” dedirtiyor. Tamam koşuyor falan filan da, madem koşacak adam lazım Forrest Gump’ı transfer edeydik. Sadece koşmakla olmuyor bu işler.

Riera da vatanına ihanet etmek istemedi, Türkiye’ye gelen her İspanyol’un yaptığını yapıyor, o yönden takdir bile edilmeli diye düşünüyorum. Neyse ciddi yorumlayacak olursam: 2012’ye girince bi haller oldu kendisine, takıma nihayet biraz uyum sağlamış görünüyor, lakin eski Riera değil kesinliikle ve bence şu saatten sonra da biraz zor o iş. He olsa bile ülke insanına yaranacağını sanmam çünkü istatistik adamı değil sistem adamıdır.

Sezon başı transferinde bu 2 gereksiz sayılabilecek transfer dışındaki herkes çok iyi. Elmander golcü değil denmesine rağmen 8 tane yazmış durumda, Eboué’nin yokluğunda takım kazanamamalara başladı yine, Muslera yıllardır aranan kan, Felipe Melo zaten efsane olma yolunda ilerliyor, futboluyla olsun karakteriyle olsun, bonservisi alınırsa yıllar sonra bile ismi iyi hatırlanan futbolcularımızdan olacak. Zaten 7 Aralık 2011’de de ne kadar Galatasaraylı olduğunu tescillemişti kendisi.

Neyse, bu transfer döneminde yeni bi uygulamaya başladı Galatasaray: Maç yaptığın takımdan 1 oyuncuyu bağla. Amrabat’tan bahsetmiyorum, Amrabat muhabbeti Kayseri maçından sonra olmuştu. Yiğit Gökoğlan, Necati Ateş… Bunlar işte. Bu transfer döneminde takıma katılan topçular olurlar kendileri, biri Manisa maçından diğeri Antalya maçından hemen önce takıma katılmışlardır. Bu ikisi hakkında çok fazla yorum yapmak istemiyorum daha yeni geldiler. Yiğit daha 2-3 maç oynamasına rağmen yeni Aydın Yılmaz yakıştırması yapılmış kendisine, olm bi durun sakin olun, bu takıma genç diye veya ucuz diye kimlerin gelip geçtiğini bir hatırlayın isterseniz. Bir Aydın’dan iyidir ve Kâzım’dan da iyi olacaktır diye düşünüyorum.

Necati’ye gelince, o da bence Sercan’dan kötü olamaz. Hocayı takımı tanıması açısından iyidir bile diyebilirdim, ben bu adam kadar underrated bir futbolcu tanımıyorum Türk futbolunda. Sezon sonu Antalya’ya Aydın veya muadili bir futbolcu (olm Aydın’ın muadili mi var alanında tek o) verilecekmiş, o da var üstelik, tüm bunlar bunun çok iyi bir hamle olduğunu düşündürse de iyi demeyeceğim. İyi transfer derdim ama demeyeceğim.

Sebebini az yukarıda yazdım. “Şu gelecek bu gelecek” denip de sonra çok kel alaka bir isimle anlaşılması uygulaması. Tamamen gereksiz yere beklentiye sokuluyor taraftar, sonrasında ne alaka lan dedirtecek bir isim borsaya bildiriliyor (bu borsaya bildirmeler ne ara haber değeri kazandı onu da anlamış değilim, bir de görüşmelere başlanması bildirilir oldu şimdi). Hani Shaqiri lan? Hani Amrabat? Hani Reyes, hani Forlan? Hadi Amrabat’ı hariç tutalım, gelişen olaylar malum… Ortalık ayağa kalktı bu transferler için, sonuç? Şimdi Shaqiri beklerken Necati bulmak, Twitter trend topic şeysiyle söyleyecek olursak #CarsidanAldimShaqiriEveGeldimNecati durumuyla karşılaşmak bu transferi ister istemez biraz gereksizmiş gibi karşılamamıza neden oluyor.

Galatasaray’da uzun bir aradan sonra ilk kez işler bu kadar yolunda giderken şu politikadan bi vazgeçilse ne güzel olacak.

Bu politikayı eleştirmek için başlayıp baya yazdım yine, neyse görüşmek üzere öpt aeo sçs kib :)))9)